Perşembe, Aralık 27, 2012



Uzun zamandır kaçıyorum.
Kaçtığım şey, gerçeklik...
o kadar uzun zamandır, hayaller ülkesindeyim ki, bazen gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldığımda, sarsılıyorum.

Çoğu zaman, bunalımdayım diye geçiştiriyorum bu durumumu. Sonra tuhaf sanrılarla karşılaşıyorum, sanki buraya ait değilmişim gibi anlık düşünce kayıpları, sonra gerçekliğe tutunmak için, kendi hayatımı değil, dizi karakterlerimi kullandığımın farkına varıyorum. Çok ama çok uzun süre kaçınca insan, saklanacak güvenli limanlar arıyor kendine. O limanlar benim için hep hayal dünyası oldular. Olmaya da devam ediyorlar. Bunu engelleyemiyorum. Başım sıkıştığı anda kendimi o dünyanın içinde, önemli ya da önemsiz roller üstlenmişken buluyorum. Yalnız olmuyorum böylece.

Çünkü gerçekte, ilkokula giderken dahi, yalnızlığımı iliklerime kadar hissediyordum. Hangi ilkokul öğrencisi, günlerce ölmeyi diler ki? ve en önemlisi neden diler ki?
İşte bu dileklerin nedeni bulamadıkça ben, ve bunun normal olmadığını bildikçe, hayal dünyasına kaçtım. Tüm sorunlarımın silindiği, mükemmele yakın bir insanoğlu olduğum, söyleyemediklerimi söyleyebildiğim, başaramadıklarımı başardığım, platonik aşklarımın hep karşılık bulduğu o büyülü dünyam. hep yanımda, hep bir kaçış...

Bazı zamanlar, o kadar çok inanmak istedim ki bu hayallere, bazen gerçekten inandım. İyi bir öğrenci olduğuma mesela, ya da iyi bir insan olduğuma, başarılı olduğuma, dostlarım olduğuna, beni özleyeceklerine. Öyle içten inanmak istedim ki... İnandım sonunda. 27 senelik hayatımın belki de çoğu gününde hayal kırıklığı yaşasam da, bu hayallerle ve ancak böylece, ölme arzumdan kurtuldum ben. Hep iyimser olmaya çalıştım, her daim. Ama olamadım. Hep pesimist bir kızdım, aslında hep yalnızdım, ve hep kırıktım.

Kırık plak gibi bunu tekrarlıyorum işte ben senelerdir, kırığım diye. Kırık olmamla ilgili yazmadığım herhangi bir öykü bulunmuyor zihnimde, ya da hayallerimde.  O hayallerden hep ufacık bir hüzünle uyandım ben. Kısacası, mükemmelliği yaratırken bile beynimin içinde, daima bir hüzün, hayal kırıklığı, ölüm ve sıkıcılık vardı. Evet, doğru kelime bu, sıkıcılık. Hayatıma giren her insandan sonunda duyduğum bir kelime bu, sıkıcılık. İnsan en son istediği şey oluyor ya sonunda, evrenin küçük hediyeleri gibi geliyor artık bu bana. Yalnız başıma çıktığım ve hala devam eden bu yolculuğumda da gene sıkıcıyım. Gene hüzünlüyüm, gene bok gibi yalnızım, ama işin komiği bunları yazarken ve yayımlamak isterken bile kafamın içindeki bir ses, samimiyetime inanmıyor, yayımladığımda okuyacak 3-5 insan için endişeleniyor. Endişem düşecek olan maskemden. Ah evet, devamlı dimdik duran ben, şahsen aslında bir zerre kadar inanmıyorum kendime. Ve evet, lanet olsun ki güçlü falanda değilim. Eziğin önde gideniyim. Devamlı vicdan azabı çeken, yalnız başına bir göz odada oturan, internet bağlatmayacak kadar kararsız, cep telefonu internetinden arkadaş ve dost bildiği insanların hayatlarında neler olduğunu öğrenmeye çalışan eziğin önde gideniyim.

Ankara’daki evimi özledim. O evde hiçte mutlu değildim oysa. Ama güneş alıyordu, yaşayan bir canlı vardı o evde, ben onu terk etmeden önce cidden kötü davrandığım ama buna rağmen beni sevmeye devam eden bir canlı. Kitaplığım vardı, gene hayal dünyasına kaçmamı sağlayan ama gene de kitap okuyarak yaptığım için bu eylemi, vicdanımın görece daha az sızladığı bir evim vardı. Cidden ilk defa o evde güvende hissettim kendimi. Balkonunda fazla oturmasam da, o güzel Ankara yaz akşamlarında, sigaramın dumanında beynimin içinde çalan şarkıları söylediğim geceleri özledim. Televizyonumu ve cnbc-e yi özledim. Senelerimi çalan o tuhaf televizyon kanalını özledim. Ve beni özlemeyen arkadaşlarımı özledim. Yanımda konuşmalarını, gülmelerini, kendimi ne kadar yabancı hissetsem de, o anları özledim.

Ama hep dizi karakterleriydi en yakın arkadaşlarım, sanırım hala da öyleler...

Ankarada günlerce evde oturup, vicdanımla hesaplaşıp, hiç durmadan dizi izlediğim günler geliyor aklıma. Bir sezonu aynı günde bitirip, sabaha karşı beşte gözlerimi kapadıktan sonra, sanki ders çalışmışım ya da uyuyamamışım gibi okula gittiğim günleri. Sonra akşam kendime geldiğimde, geri kalan sezonları indirmeye başladığımı hatırlıyorum. Bu ne zaman başladı? Onu düşünüyorum bu günlerde. Hep böyle değildim. Bir haftada normal insanlardan daha çok televizyon izliyordum evet, ama bu kadar takıntılı değildim. Ne zaman başladı bu takıntılarım? Ne oldu bana? Ne zaman ciddi anlamda gerçek dünyamı bırakıp, adeta vazgeçip, hayal dünyasına bıraktım kendimi? Yoksa hep böyle miydim? Hep böyleydim ama teknoloji mi yeterli değildi?

Yapmam gereken işlerin ciddiyeti arttıkça, sanki nasıl desem, boş vermeye meylediyorum. Sanki boş verirsem,  görmezden gelirsem, bana dokunmayacak sorunlar. Boş verdikçe, düşünmemek için hayal dünyasına dalıyorum, ya da uyuyorum, ya da içki içip içimdeki karanlığı neşeyle boğmaya çalışıyorum. Ama nedense ben içince neşelenen biri olamadım hiç. Hayal edince de, ya da birilerinin kurgularını izlediğimde de mutlu olamıyorum. Sanki mutluluk hak etmediğim bir şey.

Ne zaman böyle düşünmeye başladığımı bilmiyorum. Ama hayatım bunu kanıtlarcasına, kendini tekrarlayan hayal kırıklıkları verdikçe bana, sanırım artık inanıyorum buna. Ve belki de bu yüzden hayatımdaki boktan olayları umursamıyorum artık, değiştirmeye çalışmıyorum. Zaten eminim başıma bu gelecek her defasında. Kimi sevsem, arkasına bakmadan basıp gidecek, kime değer versem sırtımdan bıçaklayacak, hangi diziyi sevsem ya yayımdan kalkacak ya da değişerek beni hayretlere düşürecek, ya da bitecek. O kadar az şey kaldı ki hayatımda beni yaşamaya bağlayan, bazen sırf bunlar için yaşadığıma hayret ediyorum. 

Herkesin başına kötü şeyler geliyor biliyorum. Çok boktan şeyler yaşayan ve hala gülümseyen çok insan tanıyorum. Ve bazen mutsuz olmaya bile hakkım olmadığını düşünürken buluyorum kendimi. İşin trajik yanı bu zaten. Ne mutlu olmayı hak ediyorum, ne de mutsuz olmaya hakkım var. Yani hissetmemem gerek böyle şeyleri, çünkü iki kutbu da hak etmiyorum. Böyle bir zihin var işte her yaptığım eylemin arkasında, ve bazen o kadar hastalıklı bir hale geliyorum ki, donuyorum zamanda. Ne ileriye gidecek güç var içimde, ne de geçmişe bakabilecek cesaretim. Hep yorgunum bu yüzden, stabil kalmaya çalışmaktan, bu safsatayı saklamaya çalışmaktan, dünyaya bunu haykırırken aslında bir boka yaramayacağını bile bile ezikçe bunu yapacağımı bilmekten, insanların buna cevap yazabileceklerini düşünmekten, ve sırf bu yüzden belki de insanların bana şefkat göstereceğini bilmekten, o kadar yoruldum ki. Çünkü o kadar samimiyetsiz geliyor ki bana, o kadar yalan ki her şey. Zaman kaybetmeye değmez.

Bunu yazıyorum, çünkü belki ancak bu şekilde toparlanabilirim, bunu buraya yazıyorum çünkü burası bana ait bir mabet, ve aslında isyan etmiyorum, o safhayı geçeli uzun bir zaman oluyor, sadece kafamı ve kalbimi toparlamaya çalışıyorum. Ve bu açıklamayı yapmaya beni iten duygulardan da tiksiniyorum.

Mutluluğu ve başarıları hak etmiyorum çünkü aslında hak edecek bir şey yapmadım ben. Şansım yaver gitti, ne asistanlığı alırken ne de buraya gelirken. Zaten elli defa yüzüme vuruldu bu gerçekler ve ben sessizce kabullenmek zorunda kaldım bunları. Karşı çıkmak veya çıkmamak içimdeki ateşi bastırmaya yetmeyecekti çünkü. Öylece sustum, dostlarım farklı yollardan dillendirirken, ima ederken veya aslında hiç bir şey söylemezlerken ben devamlı vicdan azabını çektim bunun. Aptal tezimin aptallığı yüzüme vurulurken mesela, artık bambaşka bir evredeydim ben, inkar yerine şakaya vurmadaydım artık. Gülüp geçiyordum insan içinde, ama eve geldiğimde acısını çıkaracak bir şey arıyordum sadece. Bu hisleri silmek için nelerimi vermezdim ama artık o kadar içime işledi ki, ben oldular. Bunlarsız bir ben ile tanışan biri yok artık dünya üzerinde. Egoyla dalga geçen, ama egosunda boğulan bir belik bu. Küçümseyen, eleştiren ama en çok kendiyle dalga geçen, egosunu ise bu yolda kesen biçen, hunharca öldüren. Buradaki dilemma bana hep imkansız gelmişti, ama sanırım gün be gün bu ikilem içinde bir yol buldum kendime. Ayıya dayı deme meselesi gibi, bazı günler ego zirveleri, bazı günler ise ego zerreleri yaşayan bir tosuncuk oldum. Adaptasyonum etkileyici gerçekten. Oturmamış kişiliğim ve her şeyi inkar etme becerim, benim her ortamda yabancı kalmamı sağladı ama yine de çok pis numara yapmamı kolaylaştırdı. İşte ben, şuursuz, yaralı ve hissiz. Devamlı bunlardan bahsediyorum, çünkü artık kafamda bundan başka bir şey dönmüyor.

Neden böyleyim?
Neden yaşamaya izin vermiyorum?
Neden biriktirdiğim tek şey hayal kırıklıklarım?

Buraya gelirken, her şey arkamda bırakmak istedim. Bu duygulardan sanki sihirli bir şekilde kurtulacaktım. Oysa o uçağa bindiğimde, hayır aslında o otobüse bindiğimde, hala umut eden o yanımı öldürdüm ben. Onu geride bıraktım. Hayallerimin olabileceğine inanan insanı katlettim Aştide. Havaalanında sadece üzerine mum diktim. Son mesajımı yazarken sadece ağlıyordum, ama yanımda kimse yoktu, ve sanırım uzunca bir süre de olmayacak. En komiği ise aslında belki hiç kimse yoktu yanımda, ben hayal ediyordum gene. Hangisi gerçek bilemiyorum artık, gerçekle sihir karıştı birbirine.

En trajiği ise, tüm bunlar olurken, uzun zamandır hissetmediğim sevgiyi ve ihtiyacı iliklerimde hissetmiş olmamdı. Gökkuşağı gibiydi her şey. Hep var olacak gibi geldi, yağmurdan sonraki mucize gibiydi. Ama sonra, sevgini direkt olarak söylersen birine, bundan korkabilir gerçeğini kabullenmek zorunda kaldım, sevilmemeyi tecrübe eden bünyeme bir tecrübe daha ekledim.

Hayallerimde, ve tüm sihirli dünyalarda, kimse korkmaz oysa sevgiden. Bunu kabul eder ya da reddeder, ama biraz öyle biraz böyle olmazlar hiç. Zaten hiç kırılmaz kalpler, kırılsa bile tamiri kolaydır.

Sanırım, bu noktadan sonra koptu kayışım. Daha fazla taşıyamadım, hissizliği, gerçekliği, sonrasında ardı ardına gelen tüm darbeleri. Beynim çıktı sahneden, sessizliğe gömüldü ve ben iç güdülerimle yeni yüzler ve yeni karakterler aramaya koyuldum. Yalnızlığımı ve bu yıpranmışlığı, vicdanıma siktir çekerek, günlerce bir şeyler izleyerek gidermeye çabaladım. Her gün kendime verdiğim sözlerden döndüm, gün be gün kendime olan azıcık saygımı kaybettim.

Ve işte şimdi buradayım. Yazabildiğim için olduğumdan daha özgürüm, ve yaralarımı kaşıdığımdan daha hüzünlüyüm. Aklıma başıma almam gerektiği için biraz daha yorgunum, ve kendime veremediğim sözler için biraz daha utanç içindeyim. İnsanın kendinden utanması nasıl bir ikilemdir bilir misiniz? Harcadığı zamanı devamlı ölçen bir iç sese tahammül etmesi nasıl bir sinir sistemi gerektirir hiç düşündünüz mü? Hiç bir şeyden tatmin olmayan bir bünyeyle yalnız kalmak, takıntılı olmayı işe yönlendiremediğinden devamlı olarak başarısız olan, başarısızlıktan üzülen, üzüldükçe takıntılı bir şekilde alışkanlıklarına devam eden ve bu döngü içinde takılıp kalmak nasıl bir şey biliyor musunuz?

Keşke küçüklüğüme dönebilsem. Belki Tardisi istemem bu yüzdendir. Alt benliğim daha çok küçükken, doğduğum günle alakalı o gerçekleri duymamı engellemek istiyor. Hani ailede en çok sevdiğim birey tarafından, sırf doğruları bilmem için laf arasında söylediği, ve hala beni inciten o gerçekleri. O gün ve sonrasında bu gerçeği öğrenmeseydim, nasıl bir insan olurdum acaba? Böyle bir acaba ile yaşamak nedir biliyor musunuz? İstenmeyen evlat olmanın nasıl bir his olduğunu biliyor musunuz? Kemiklerinizde hiç hissettiniz mi bu duyguyu?

Ne zaman güçsüz kalsam, bunlar geliyor aklıma işte. Binlerce defa aklımda çevirip durduğum bir öykü sanki, gerçek değil gibi. Hayal dünyama sızıp, sihirli dünyamı da lekelemiş bir lanet sanki. Oysa hayatın bir gerçeği, belki de en önemli gerçeklerinden biri. Şansa bağlı bir seçilim, elinizde olmayan, kazandığınız ilk yarış için devamlı olarak acı çekmek. İşte ben buna evrenin armağanı diyorum. Sevilmeden devam edebilmem için bir isim vermem gerek çünkü buna, içimdeki bu hisler bütününe de kırık kalp diyorum. Ebeveynleri tarafından sevilmeden büyüyen binlerce insan var bu dünyada biliyorum, ama o çocuklardan kaç tanesi normal bireyler oluyorlar ki zaten sonunda? Onlardan biriyim yalnızca. Bu gerçekliği kabul etmem, artık buna alışmam ve yoluma devam etmem gerekiyor. Ve her tökezlediğimde, eteğimden bunların dökülmesini engelleyecek bir yol bulmam gerekiyor.

Çünkü kendimi bildim bileli bu bir gerçek, böyle ve değişmeyecek. Artık bununla yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Sıçtığımın bokunun devamlı karşıma çıkmasını engellemem gerekiyor.



Pazar, Kasım 11, 2012

bazen nefessiz kalırsın...

her şey hem anlamsızdır hem de karmaşıktır. sanki bir şeyi ıskalıyorsun gibi gelir. allak bullak olursun.

Son günlerde uyandığımda, yataktan kalmaya uğraştığımda, böyle bir hisse kapılıyorum. Sanki ben gerçek değilmişim gibi. Sanki beynime ait değilmişim gibi, bir sır perdesinin altından bağıran biri daha var beynimde. Bu sen değilsin diyor. Burası gerçek değil diyor. Uyan artık diyor. Çok tuhaf bir his bu, ama aynı zamanda çokta tanıdık bir his. Korkmaya başlıyorum sonra. Sanki bu hisse kapılırsam, bir daha geri dönemeyeceğim. Her şey silenecek, başka bir boyuta geçeceğim ve burada varolamayacağım artık. Bu yüzden, hayır diye bağırıyorum, burası gerçek, her şey normal. Sadece stres içerisindeyim. Yaşadığım onca şey ağır gelmeye başladı bana. Sadece ağır geliyor her şey işte. Beynim bana oyun oynuyor.

Sonra yataktan kalkıyorum, giyinip, kahavaltı yapıyorum. Sonra da, aslında hiç sevemediğim kendimle tamamen başbaşa, dışarı çıkıyorum. Yaşadığım bu tecrübeyi beynimden silmeye çalışıyorum. Ama O, hep orada. Boşluğumu, gardımı indirmemi bekliyor...

Matrixte yaşar gibiyim. Biri dokunsa bu kabustan uyanacağım sanki. Kurtulmayı bekliyorum ama bir yandan da çok korkuyorum...

Sanırım, panik atak geçiriyorum.
ya da şizofrenim.

Bana teşhis koyacak birileri var mı oralarda?

Salı, Eylül 25, 2012

bomboş

Aklımda hiçbir şey yok aslında. Ne yazmak istediğimi bile bilmeyerek oturdum ekranın karşısına.
Her zamanki gelgitlerim ve ben, bambaşka bir ülkedeyiz sadece.

Çok değişik insanlar var etrafımda. Çok farklı kültürlerden gelen, bambaşka dillerde konuşan...
Bu insanların arasında kayboluveriyor insan. Hele bir de dil öğrenmeye çalıştığında, kesinlikle yok oluyorsun. Bu bütünsellikten uzak, ruh ve beden durumda birilerine sarılma ihtiyacı duyuyormuş insan. Birileri veya bir şeyler. Mesela bazı insanlar burada, gezmeye adıyorlar kendilerini, bazıları içmeye ve dans etmeye, bazıları ders çalışmaya, bazıları arkadaş edinmeye, bazıları konuşmaya... Bu insanlar arasında etiketleme yapıyorum çoğunlukla ben; çünkü evet insan 'sistematik' bir varlık. Her şey daha kolay oluyor zaten öyle. Yoksa bambaşka kültürlerin arasında eriyip gidiyorsun.

İnternet bundan keşfedilmiş olsa gerek, yalnızlığın bir çaresi gibi, seni her şeye bağlayan ama aslında daha da yalnızlaştıran bir araç. Tabii ki yanlış kullanıldığında. Mesela bu günlerde ben oldukça yanlış kullanıyorum bunu. İnsanları görüp iki kelime etmek ve dedikodu yapmak için harcadığım mesaiyi ciddi anlamda yapıcı şeyler için harcamış olsaydım, almancayı şakıyordum herhalde şimdi. Elbette insan bunu isteyerek yapıyor. Çünkü hem kolay hem de rahatlatıcı. Ama, bir de aması var bu olaylar bütünün. Birini gtalk'ta beklemek, yıllar önce gelen maillerine bakarak 'ah ah' çekerek harcayıp bitirdiğim Göttingen vakitlerimde mesela, bir tandem arkadaşı edinebilirdim bence. Ya da ödevlerimi bitirip rahatça film izleyebilirdim. Ya da sadece orman görüntüsüne bakıp düşünerek harcayabilirdim bu zamanımı. Ama işte, dedim ya, yanlış kullanıyorum ben interneti... İnsanların hayatlarından bana zaman ayırmalarını bekleyip, ekranın karşısında oturup duruyorum. O sürede saatler geçiyor, gözlerim ağrıyor, çeşitli sitelerde resimlere bakarken beynim boşalıyor. O insanlar fark etmiyor aslında kendinden ne kadar verdiğini. İsteyerek bir ikileme sürüklendiğini. Gitgide ekrana konuşan takıntılı insanlara dönüştüğünü veya aslında yazarken veya konuşurken artık odaklanamadığını bilemiyorlar bu 'kişiler'.

Kapkara bir benlik çiziyorum şimdilerde kendime. Belki özgürlüğün ve bu saçma internet gezginliğimin son günleri bunlar.
Artık daha yapıcı olmaya karar verdiğimden, değiştirmedim mi ben bu hayatı? Arkamda izler bırakarak ama bir şeyleri peşimden sürüklemeyerek gelmedim mi ben buralara? Hep bir 'çevreden ötürü' kalıbı vardı bünyemde, daha önce yazdıklarım gibi, mutlu olmak için dizilerim vardı. Ama değiştirmek istedim ben bunu. Aklımla daha fazla yalnız kalmak istedim çünkü. Ölen her beyin hücremle beraber köleleştiğimi ve yalnızlaştığımı fark edeli uzun bir zaman oluyor. İşte bu yalnızlıktan sıyrılırken ben, yanında bir yol arkadaşı aradım durdum. Bulduğumu sandığım her 'arkadaşımla' daha da yalnızlaştım ve kabuğuma çekildim. O yüzden bu konuşmalarım. İnternet çöplüğüne içimdeki çöplüğü atma isteği. O yol arkadaşları yerine koyduğum binlerce farklı 'şey' var belki artık, ama işte bir insan sevgisi gibi olamıyor bir türlü. İçimdeki bu çöplük yüzünden belki, kalmıyor bu insanlar yanımda. Koşar adım uzaklaşıyor, kaçıyorlar benden. Ne tuhaf. Çelişkili gibi görünse de gözüme, aslında değil bu sonuçlar. Ben arayışımı tamamlarken, yanımda birini aramam belki de en baştaki yanılgım. Düşünmeden ve arzulamadan yaşamak lazım. Bir yol arkadaşı gelince, geliyor sonuçta. Doctor Who'nun Pond'ları gibi bitiveriyor yanında, ya da sen onun yanında bitiveriyorsun. Yardımlaşıyor ve bütünleşiyorsun. Zamanla, adım adım... Katlanmak, alttan almak, zaman ayırmak ve saygı duymak; ilişkinin belki de ana damarları oluveriyor ve sen farkına varmadan ve sıkılmadan yapıveriyorsun zaten bunları. İsteyerek birini beklemek ya da isteyerek birini kendinden çok sevebilmek, hayatın değişirken o birini merkezde tutabilmeye çalışmak. Yolculuk sever insanlar, anlarlar mı bu 'önemsemenin' büyüklüğünü? Zaman ve mekan değişirken bazı şeylerin sabitlenmesinin aslında, zaman-mekan kavramının algılanmasında bir etmen olduğu gerçeğini görebilirler mi? Sevginin büyüklüğü tartışmasının veya dürüstlüğünün sadece acı sakızlar gibi tekrarlandığında daha da verimli olduğunu ama aslında tükürülüp atılması gereken bir humma olduğunu kavrayabilirler mi? o sakızları her tattığımda dilimde oluşan uyuşukluğun bir 50 misli var şu anda üstümde. Kalbim yerinden sökülmüş gibi, beynime kan pompalıyorum. Mantıkla çözülen her 'sorun' gibi, her sorunun bir 'mantığı' olmalı mı gerçekten? nedeni ve sonucu da zaman-mekan yaratmıyor mu hakikatten? "Sen bunu dedin, şurada ve bu vakit, oysa ben sana bunu yazdım şu zaman ve o mekanda..."

Gökyüzünde karanlık yağmur bulutları çekilirken, güneş doğar ya hani, sonra gökkuşağı çıkar ortaya. işte ben o gökkuşağını gördüm gibi hissettim, peşinden koşup, yakalamak istedim. İçim dopdoluyken, sadece daha çok sevmek istedim. Ama bazı kelimelerin içleri bomboş. Söylendikçe artmıyorlar. Her şey zaman ve mekan ama aslında değil gibi de. İnsan içinde taşıyınca kendini, ne vardığı yer ne yaptığı yolculuk kar etmiyor. Ama işte her yeni başlangıç bir umut veriyor.

Belki artık umutlanmanın vaktidir. Belki de vakit çoktan geçmiştir.

demet.
Göttingen Eylül

Cumartesi, Temmuz 21, 2012

Hayat tekerrürden ibaret.

Böyle bir cezaya ne neden oldu gerçekten merak ediyorum.
Bir bilgisayar ekranına bakmanın boşluğu içimde derin bir yara bırakıyor her geçen saniye...

Gökkuşağı yok oldu içimde. Bir haftalık mutluluğum uçup gitti. Yazı yazmanın verdiği bir rahatlama var belki içimde ama yetersiz kalıyor bu tip bir acıda. Sadece bir övünme eylemi. Boşluğa yapıştırılan bir fayans adeta. Üstünü kapatmaya çalışıyorum sadece. Ve lanetler olsun ki, işe yaramıyor. Bu ana, bu hisse nasıl geldiğimi açıkca görsemde, artık pek bir anlamı kalmadı.

İnsanlar uğurluyor, haftasonlarımı sinir krizleri geçirip bilgisayara küfrederek geçiriyorum. O kadar derin ve anlamlı bütünlüğüm. Şu andan itibaren nasıl hisseder insan denen yaratık? Organiklik ne kadar mutlu eder bir bünyeyi? Her şey eşsiz şu anda gözümde, ama bir o kadar çorak. Bomboş bir kalp var bende şu anda, her saniye bir başka mutsuzluk kaynağı. Şarkılar kifayetsiz. Sen gittiğinden beri gülüm ile başlayan cümleler kurabilecek kadar arabeskim. Tahammülsüz bir bencillik var içimde. Kahretsin, gene aynı umutsuzlukla beraberim. Bekle, beklentilerini içine göm ve bam! bir gün uyanırsın ve yabancısındır her şeye. Kaybetmiş, yorulmuş ve bitkinsindir.

O benim işte, gittiğin andan beri bitkisel bir yaşamda sürünüyorum... durağan bir sıkıntı, bitmeyen bir hüzün. Ne yaptım ben? kime ne yaptım? bu ceza niye?

Salı, Mart 06, 2012

BAM!

uyandım. boş bir sayfa gibiydi beynim. bomboş. aynı gözlerimi açtığımda o ilk gördüğüm pürüzlü ama boş tavan gibi. bir şekilde vardım. bunun bilinci nasıl işliyordu bilmiyordum ve hala da bilmiyorum ama vardım ve uyanmıştım. ve fakat boştum.

yatağımdan kalktım. bir et yığını içindeydim. dört uzvum vardı. ve onların varlığını kavrayabiliyordum. daha onlara kalk demeden kalkmıştım işte. ve şimdi, daha yakından inceleyebilmek için yaklaşabiliyorlardı bana. neye emin değildim ama, derinliği, uzunluğu ve eni vardı. değişik bir şekilde onlarla iletişimdeydim, bunu yadsımıyordum ve aniden bu duruma alışıvermiştim.

bana, ama neye?, daha uzak uzuvlarım ise havalanmama yardım etmişti. onların üzerinde dik bir şekilde durabiliyordum. ve rahat bir şekilde de hareket edebiliyordum. sonra ileriye doğru atılmak istedim, ve bir uzvum harika bir şekilde ileriye ilerledi ve ben şimdi adına “adımlamak” dediğim ve sanırım bir mucize olan bir eylemi düşünmeden, tartmadan, hatta ilk anda farkına varmadan yapıverdim.

ilk dikkatimi çeken şey, görüşümü zorlayacak kadar aydınlık olan, odanın pencere denen bölümüydü. o bölüme uzun uzun baktım. dışarıda harika bir görüntü vardı. bembeyaz bir buğu. alışana kadar derin ve huzur verici bir aydınlık gördüm. daha da yaklaştım o aydınlığa. ve bam. o aydınlıkla aramda şimdi cam diye tabir ettiğim o sert yüzeye çarptım. o ilk bamdan sonra, derinlerden bir ses bana seslendi. “ne oldu?”. bunun ne olduğunu, bir soru olduğunu, bir cevap gerektirdiğini kavrayabiliyordum ama ne yapmam gerektiği hususunda bir fikrim yoktu. içeriye doğru gelen bir et kütlesinin varlığı beni huzursuz etse de beklemekten başka çarem yoktu. içeriye yaklaştıkça başka kavramlarla karşılaşıyordum. cevap vermem gereken başka sorulardı bunlar, mesela “sabah sabah ne yapıyorsun, balkabağım?” ya da “düştün mü neden cevap vermiyorsun?” sonra o et kütlesi daha da yaklaştı ve odanın genişlemesine sebep olan bir aralığın ortaya çıkmasına sebep oldu. karşımda beni hayretlere düşüren, iki uzvu üzerinde hareket eden bir yaratıkla karşı karşıya buldum kendimi. o an hareketimi nasıl yapabildiğimi anladım. o an seslerin ne olduğunu anladım. o an benim de aynı onun gibi mi olduğumu sordum kendime ve o mini minnacık saniyeler içinde sorduğum sorular ve alamadığım cevaplar karşısında dehşete kapılarak olduğum yere düşüverdim.

düşmek bir bam sesi daha çıkardı ve uzuvlarımdan hayretler verici bir haykırış yükseldi. adına şimdilerde acı dediğim ve sıklıkla başıma gelen o oluşumunu ve nedenini anlayamadığım hissiyat. o anda göremediğim bir organımdan sesler yükseldi ve ben ilk kelimelerimi döküverdim ağzımdan. “ahhhh, hay a*ına ko*im noluyooo?”

hayatımda ilk ve son defa gördüğüm o yaratık tekrar kalkmama yardım ederken bir yandan da şaşkınlıkla “ne oldu? noluyorsun sabah sabah!?” diyordu.

beni kaldıran yaratık, “oturmama” yardım ederken, o gün ne yapmam gerektiğini, iyi olup olmadığımı sorarken, ben hayretler ve dehşetler içinde duruyordum. üzerime tuhaf kumaşlar giydiren bu yaratık dışarı çıkmamı ve bir aracı yakalamamı sıkı sıkı tembihliyordu durmadan. elime “yemem” için bir şeyler sıkıştırdı, ama önce tuvalete gitmemi istedi. beni başka odalara açılan o kapılarla tanıştırdı. bir yandan kıkırdıyor, bir yandan da sabah komikliğimin uzamamasını ısrarla istiyordu.

girdiğim bu diğer odada bana doğru yaklaşan bir diğer yaratıkla karşı karşıya kaldım. ne yapacağımı bilemiyordum. o ve ben birbirimize bakıyorduk. yakınlaşmaktan çekinerek uzun uzun inceledim Onu. yuvarlak denebilecek bir yüzeyde, iki adet hareketli organ, bir adet çıkıntılı, ve bir adet açıklık. açıklıkta beyaz taşlar. huşu içinde karşımdakini incelerken, yuvarlağın üst kısmındaki tüylerin hareket ettiğini fark ettim. içimden uzanarak onlara dokunmak geçti. ve bir bam daha. bana yakın uzuvlarım bir yüzeye değiyor ama karşımdakine dokunamıyordu. karşımdaki yaratığın bana kızmış olacağını varsayarak çekildim, karşımdaki varlıkta benimle beraber çekildi. sonra gene uzun uzun bir bakışma. içimde bir daralma hissediyordum, titremeye başlayacaktım. aniden karşımdaki yaratığın hareketli organlarından sular akmaya başladı. ve ben ne yapacağımı bilmeyerek titremeye başladım. sonra bir ıslaklık hissiyle irkildim. ıslaklık hissinin geldiği yere uzandığımda, karşımdaki yaratığın aynı şeyi yaptığını fark ederek, duruverdim. anlayamadığım bir şekilde, işte ilk defa o an ben olduğumu anladığım bir suretle bakıştığımı anlayıverdim.

içerde ne kadar kaldım bilmiyorum ama bana bir ışık yılı kadar uzun gelmişti. dışardaki diğer yaratığa da öyle gelmiş olacak ki, bağırarak “ne yapıyorsun hala be adam?!” serzenişini duydum. benim için açılan o aralıktan çıkarken, kızgın ve tehditkar o iki hareketli uzuvla karşılaştım. Sindim. dondum.

işte o an, içimden bir ses haykırmaya başladı.
kaç!
kaçmam gerekiyordu.
kaçmak!
ve ben de kaçtım.
...saatler geçiyor. yaşadığın gezegende her ne yapıyorsan, kafatası zırhının derinliklerindeki o vıcık vıcık kıvrımların içinde ‘bir yerlere’ yaptığın her şey kaydediliyor. duyguların, vücudun, sesler, anlamlar, kokular, her şey. birbirlerine neredeyse dokunacak elektrik kaynakların, küçük cızırtılarla birbirleriyle iletişim kuruyor. duyu organlarınla çevreni ölçüyor, sonra anlamak için bir süreç yaşıyor, sonra anladıklarını anlamadıklarınla beraber bir birliğin içerisinde kaybediyor. genelde anlamadıkların daha açıkta duracak ve gözüne daha sık batacak şekilde düzenleniyor. işte bu depoda, kendini sımsıkı hissediyorsun. dopdolu. ve her daim hazır. çok hızlı ilerleyen bu mekanizmanın, çevresel birçok etkenle uyarılmasından, değişmesinden ve dönüşmesinden memnunluk duyuyorsun.
Ama sonra aniden elektriksel her tip devrede olan hatalar seni buluyor. ateş, kimyasal madde, darbe. Toplulukta yaşamanın bir sonucu olarak belki de, hasta oluyor, ateşler içinde yanıyor ve elektrik devrelerini yakıyorsun. Birini görüyor, aşık oluyor, iletkenlerini kimyasala boğuyorsun, iletkenlerin işe yaramaz iletemeyenlere dönüşüyor. sonra O birinin bir yakını geliyor, büyük bir darbeyle zırhını yarıyor, devrelerini oksijenle tanıştırıyorsun.
Karmaşa. ve saatler geçiyor. aynaya baktığında gördüğün ama anlamlandıramadığın bir suratla karşılaşıyorsun. surat kelimesi bile yabancı geliyor. yabancılaşmak. ama tam anlamıyla, her maddeye, her nesneye, her duyguya, en çokta suretine.
o çok sevdiğin gezegeninde ayna dediğin o tuhaf icatla kendim dediğin o yapay et yığınına baktığında, ben ya da sen, bilemiyorum, bunu “görüyoruz”. sonra sen yok sayıyorsun bu olayı, siliyorsun belleğinden.
karşımda durmuş dondurma yiyen çocuğun gözlerinde böyle bir yabancılaşma gördüğümde, otostop yaparak harcadığım yaz geliyor aklıma. unuttum dediğim ama unutmadığım o yaz. içimde daima taşıdığımı bildiğim, ama dışarı çıkması için gözlerimi sımsıkı kapamam gereken bir suretler bütünü dışarı çıktığında, gözlerim ben ve belleğim yalpalayarak kaçıyoruz. gözlerimdeki simetrik uyarım kayboluyor ve ben asimetrik bir bükülme ile hem her şeyden büyük, hem de her şey kadar küçük oluyorum. bulunduğum oda hem çok büyük hem de benden küçük olabiliyor, keza. bu asimetrik bütün, zorladığımda benimle kalmak istemiyor, ama kalıyor. o bütün yaz, işte ben o ince hatta yürüyerek, kaybolmadan ve kaybetmeden, kopuk kopuk bir sürü anı biriktirdim. Bünyeme dair. harap olmuş gemime, unutulmuş gizemlere ve parlayan gezegenime dair.
sen, kendi gezegeninden oturmuş saatleri sayarken, ben burada sana kısa ama aslında oldukça şişman bir yaz mevsimi anlatacağım. ama dediğim gibi, zorlamadan seni fakat kaçmana da izin vermeden.

Cumartesi, Mart 03, 2012

...Ayrımcılığın böylesine acımasız ve sert bir biçimde uygulandığı düşünüldüğünde, birçoğumuzun kendimizi bir şeylerden öc alırcasına mesleklerimize adamayı seçmemiz hiçte şaşırtıcı görünmüyor...Alain De Botton

Issız bir ormanın ortasında küçücük bir ev.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız.
İşte tüm "toplulukla yaşamak" ızdırabının bittiği O yerde, sessizce oturmuş, çayımı yudumluyordum.
Sabahları erken kalkmatan nefret ederdim oysa. Eskiden. Şimdi, sabah çayı için, o demlenirken yaydığı muhteşem kokusu, o demlendikten sonra mideye giden ilk sıvının dayanılmaz aroması, yeniliğin bir o kadar da eskiliğin birlikteliği, huzur.. işte ben O sabah çayı için artık adam öldürebilirim.

Teknolojiden uzak, küçücük bir radyodan eski müziklerin çaldığı, kendi kendine yetmeye çalışan bir 'ev' burası. Benim evim.
En yakın merkezden o kadar uzak ki, burada hastalansam ve ölsem, cesedimin kokusunu alacak bir insan evladının ortaya çıkması, çürümemle eş değer bir zamana denk gelebilir. Ama radyoda hep neşeli melodileri duyuyorum, ölümü pek düşünmüyorum.

Sabah kahvelerini bıraktığımdan beridir, acelesizce, istediğim şekilde yaşadığımdan beridir, hayallerimin işini yapar oldum. Kitabımı yazıyorum. kimse okumayacak biliyorum, gelmiş geçmiş en klişe kitaplardan biri bu, eminim, ama s*ktir ettim çoktan o "herkes", "kimse", "insan" zırvalıklarımı. Ben bu kitabı kendim için yazıyorum ve kimse beğenmese de umrumda değil, ben beğensem yeter. Hani şu "hiç tanımadığım kendim için yapmak zorunda olduğum bir görev" gibi başlayan artık çığrından çıkmış gövde gösterim var ya benim, işte onun tam ortasındayım. Okuduğum bir kitaptan etkilenerek aldığım bu arazinin ortasına kendi ellerimle yaklaşık bir sene de yavaş yavaş diktiğim evim, ah benim güzel evim, sonunda bana değiş tokuş yaparakta yaşanabileceğini kanıtlayan güzel evim, Sen nesneler dünyamdaki en değerli ama gözden çıkaracağım da ilk şeysin.

İnsan dünyayı gezse de kendini taşıyor içinde, öyleymiş ya da ben geç anladım bunu. Yıllarca uğraşıp "kazandığım" başarılarımdan sonra, bir tatille kaybettiğim mutlulukları bulmaya çıktım. Bulamadım. Geri dönüp çalıştığım ofiste tekrar(?) bulmaya uğraştım. Sonuçta benden beklenen her haltı yapmıştım. Evlenmek ve işte geriye kalan kısmı oynamam gerekiyordu, yalnızca. Olmadı, yapamadım. Bir gün arabamda oturmuş, müzik dinlerken, dünyanın en neşeli şarkılarında ağladığımı fark ettim. İnsan 'Eye of the Tiger' şarkısı çalarken ağlar mı? Ben baya ağladım.

Herneyse.

O gün ve devam eden bir sene boyunca, düşündüm durdum. Yanlışı nerde yapıyordum? Param, başarım, işim, apartman dairem vardı. Belki çirkindim. Bunun da çaresi vardı, aç kalarak bir süre zayıfladım, spor salonlarında yoga yapıp, iç dünyamı keşfettim (?). Sonra fark ettim. Hiç bir şey yeterli değildi. Hep daha fazlası vardı. Ve ben duramıyordum.

Bir süre, evde tek başıma oturarak, bol bol kahve içerek ve düşünürek geçirdim. Neyi düşündüğümü tam hatırlamıyorum. Ama sanırım daha çok izlediğim film ve diziler hakkındaydı. O kadar güzel dolduruyordum ki kafamı, gerçeklikten o kadar kopmuştum ki bir süre. İşe gitmeyi zar zor hatırlıyordum, gittiğimde kendimde değildim. İşin komiği o sırada başarılarımın ne kadar kısa ömürlü olduklarını fark ettim. O gözde çağlarım çürümüştü ve ben kokuyordum.
Oysa işimi seviyordum, kendimi işimle tanımlıyordum, ama nedense artık hiçbir şey yapmak istemiyordum.

Ama sonuçta ölmemiştim ve vazgeçmemiştim. Herşeyi eski rayına oturtmak istediğim anlarda oluyordu. Kendime yeni hobiler bulmaya çalışıyor, diziler ve filmeler izlemek yerine kitaplar alıyordum. Ama işe yaramıyordu, bir sonraki haftasonu yine kendimi yatağımda hiçbir şey yapmaz bir halde buluveriyordum. İşin trajik yanı, içim o kadar boştu ki, ruh halim için endişelenemiyor, geçici bir süreç olduğuna inanıyor, belli bir zaman sonunda tamamen iyileşeceğime inanıyordum. O kadar boştu ki içim. Sanki hiç bir şey doldurmayacaktı beni. Ben bir ben olamayacaktım. Bütün, huzur, işte adı herneyse.

Bu dünyanın tamamlanması için, önceleri bir adama ihtiyacım olduğunu düşündüm. Aradım, dışarı çıktım, içtim, dans ettim, ayarlamalar, hoşlanmalar, duygular, ayrılmalar, göz yaşları, kahkahalar. evet oldukça sahte bir çok duygu sarf ettim. Ama nedense O yüce tamamlayıcımı bulamadım. Beynimdeki karanlık, ya da boşluk, aydınlanmıyordu. Ben huzur bulamıyordum.
Her tanıştığım adama, farklı önemli cümleler söylüyordum. Filmlerden replikler, dizilerden öyküler, her defasında başka bir benlik yaratıyordum. Bu sayede dolduğumu fark ettim. Her yarattığım karakter beni dolduran bir insan oluyordu. Aynı uzun süre izlediğin bir dizideki karakterlerin sonunda ailen olması gibi, her yeni adamla beraber yarattığım karakterim, ben oluyordum. Artık ben neydim bilmiyordum. Eski ben neydi, Ona nasıl dönülürdü bilemiyordum. Kendi yarattığım benliğimle, kendi yazdığım dünyamda yaşar olmuştum.

Sonunda bir haftasonu, kendi yarattığım dünyamdan çıkamadım.
Issız bir ormanın ortasında küçücük bir evde uyandım.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız bir şekilde yaşamaya başladım.

Salı, Şubat 21, 2012

Bugün, "çalışma ahlakı" üzerinde ahkam kesmek istedim.

yapamadım.

Çalışmadan geçen uzun günlerim var ve ben kendimi ahlaksız hissetmiyorum.
Bir sorun var, görüyorum.
Ama bu gerçekten bir sorun mu o kadarını bilemiyorum.

İnsanın mutlu olduğu şeyleri tembellik olarak değerlendiriliyorsa eğer, çözüm mutsuz olmayı mı seçmek yoksa tembelim ulan mı demek? Tembelim ulan dediğinde hissettiğin vicdan azabı mesela, tam olarak ne işe yarıyor? ya da çalışmanın sonunda ne tip bir 'ödüllendirilme' yapılıyor? Evet insan ödül bekliyor. Çünkü, çok üzgünüm, "sistem" böyle ilerliyor. Ödüllendirmeyi kaldırdığında (doktrinlerim vol. 12: ihtiyaç duymadığın hiçbir şey alma, mutsuzsan mutsuzsundur kendine birşey alarak üstünü boyama) içi boş sistemimizin yerine yeni bir sistem kurman gerekiyor. Kurduğunda ise, sanırım daha çok tembelleşiyorsun, yani en azından benim sistemim de öyle oldu. Sonra enerjini yeni sistemine harcamak yerine, eski sistemler bütününe dönüyorsun. Doyumsuz bir açlık, alma isteği, yeme isteği, oburluk. Sonunda alabilirliğin arttıkça (hayatının 8 saatini bir işte çalışarak geçirdikçe, para kazandıkça) amaç ödüllendirmekten çok, kendini mutlu etmeye varıyor. Bana hüzünlü gelen bu işte, sonunda bu kısır döngüde mutsuzca kısılı kalmak. Çalışmaktan değil, ödül kısmından haz almak. Öğrendiklerinden çok, alacağın 'yeni' bir şeyden (bu illa madde olmak zorunda değil) mutluluk beklemek, ve sonunda onlarsız mutlu olmayı başaramamak.

Ben mutsuzluğumu kendime yeni diziler bularak ve yeni karakterleri içselleştirerek yeniyorum (mutsuzluğu yenmekte neyse). Sanki yeni insanlarla tanışıp onlarla vakit geçiriyorum. Tanışıyoruz, aşık oluyorum, seviyorum, yeri geliyor ağlıyor, gülüyoruz beraber, kızıyoruz, korkuyoruz... Onlar benim yeni arkadaşlarım oluyor, onların dizi hayatları benim yeni evrenim oluyor. Popüler kültür içime işliyor, devamlı Onlardan konuşmak istiyorum.

Sonunda sıkılıyorum, ya da diziler bitiyor. Ben hayatıma yeni birşeyler katıyorum. Yeni diziler, yeni karakterler... Mutsuzluğuma merhemler arıyorum, tembelliğime nedenler...

Diziler için harcadığım mesai ile kitap yazar, evlenir iki çocuk yapar, üstüne bir dünya seyahati yapardım
Oysa yazdıklarımın türkçesini düzeltmek için bile bir çabam yok. Malesef, umursamıyorum.
Ama mesela, konuşmak isterseniz; Battlestar Galactica olur, Buffy the vampire slayer olur, True blood olur, House M.D olur, Supernatural olur, Avatar olur, Dexter olur, HIMYM olur, Angel olur, Big bang Theory olur, Game of thrones olur ve izlediğim ama saymaktan korkutuğum diğer birçok dizi olur; bölümlerden, karakterlerden, duygulardan konuşabiliriz. Hiç zorlanmadan saatlerce konuşabiliriz...

Hayatımın 'değerli' zamanını benim olmayan hayatları ve gerçek olmayan insanları izleyerek geçiriyorum. Ve bu beni mutlu ediyor.

Problem?