Uzun zamandır kaçıyorum.
Kaçtığım şey, gerçeklik...
o kadar uzun zamandır, hayaller
ülkesindeyim ki, bazen gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldığımda, sarsılıyorum.
Çoğu zaman, bunalımdayım diye
geçiştiriyorum bu durumumu. Sonra tuhaf sanrılarla karşılaşıyorum, sanki buraya
ait değilmişim gibi anlık düşünce kayıpları, sonra gerçekliğe tutunmak için,
kendi hayatımı değil, dizi karakterlerimi kullandığımın farkına varıyorum. Çok
ama çok uzun süre kaçınca insan, saklanacak güvenli limanlar arıyor kendine. O limanlar
benim için hep hayal dünyası oldular. Olmaya da devam ediyorlar. Bunu
engelleyemiyorum. Başım sıkıştığı anda kendimi o dünyanın içinde, önemli ya da
önemsiz roller üstlenmişken buluyorum. Yalnız olmuyorum böylece.
Çünkü gerçekte, ilkokula giderken dahi,
yalnızlığımı iliklerime kadar hissediyordum. Hangi ilkokul öğrencisi, günlerce
ölmeyi diler ki? ve en önemlisi neden diler ki?
İşte bu dileklerin nedeni bulamadıkça ben,
ve bunun normal olmadığını bildikçe, hayal dünyasına kaçtım. Tüm sorunlarımın silindiği,
mükemmele yakın bir insanoğlu olduğum, söyleyemediklerimi söyleyebildiğim,
başaramadıklarımı başardığım, platonik aşklarımın hep karşılık bulduğu o büyülü
dünyam. hep yanımda, hep bir kaçış...
Bazı zamanlar, o kadar çok inanmak istedim
ki bu hayallere, bazen gerçekten inandım. İyi bir öğrenci olduğuma mesela, ya
da iyi bir insan olduğuma, başarılı olduğuma, dostlarım olduğuna, beni
özleyeceklerine. Öyle içten inanmak istedim ki... İnandım sonunda. 27 senelik
hayatımın belki de çoğu gününde hayal kırıklığı yaşasam da, bu hayallerle ve ancak
böylece, ölme arzumdan kurtuldum ben. Hep iyimser olmaya çalıştım, her daim.
Ama olamadım. Hep pesimist bir kızdım, aslında hep yalnızdım, ve hep kırıktım.
Kırık plak gibi bunu tekrarlıyorum işte
ben senelerdir, kırığım diye. Kırık olmamla ilgili yazmadığım herhangi bir öykü
bulunmuyor zihnimde, ya da hayallerimde.
O hayallerden hep ufacık bir hüzünle uyandım ben. Kısacası, mükemmelliği
yaratırken bile beynimin içinde, daima bir hüzün, hayal kırıklığı, ölüm ve
sıkıcılık vardı. Evet, doğru kelime bu, sıkıcılık. Hayatıma giren her insandan
sonunda duyduğum bir kelime bu, sıkıcılık. İnsan en son istediği şey oluyor ya
sonunda, evrenin küçük hediyeleri gibi geliyor artık bu bana. Yalnız başıma
çıktığım ve hala devam eden bu yolculuğumda da gene sıkıcıyım. Gene hüzünlüyüm,
gene bok gibi yalnızım, ama işin komiği bunları yazarken ve yayımlamak isterken
bile kafamın içindeki bir ses, samimiyetime inanmıyor, yayımladığımda okuyacak
3-5 insan için endişeleniyor. Endişem düşecek olan maskemden. Ah evet, devamlı
dimdik duran ben, şahsen aslında bir zerre kadar inanmıyorum kendime. Ve evet,
lanet olsun ki güçlü falanda değilim. Eziğin önde gideniyim. Devamlı vicdan
azabı çeken, yalnız başına bir göz odada oturan, internet bağlatmayacak kadar
kararsız, cep telefonu internetinden arkadaş ve dost bildiği insanların
hayatlarında neler olduğunu öğrenmeye çalışan eziğin önde gideniyim.
Ankara’daki evimi özledim. O evde hiçte
mutlu değildim oysa. Ama güneş alıyordu, yaşayan bir canlı vardı o evde, ben
onu terk etmeden önce cidden kötü davrandığım ama buna rağmen beni sevmeye
devam eden bir canlı. Kitaplığım vardı, gene hayal dünyasına kaçmamı sağlayan
ama gene de ‘kitap okuyarak’
yaptığım için bu eylemi, vicdanımın görece daha az sızladığı bir ‘evim’
vardı. Cidden ilk defa o evde güvende hissettim kendimi. Balkonunda fazla
oturmasam da, o güzel Ankara yaz akşamlarında, sigaramın dumanında beynimin
içinde çalan şarkıları söylediğim geceleri özledim. Televizyonumu ve cnbc-e’ yi
özledim. Senelerimi çalan o tuhaf televizyon kanalını özledim. Ve beni
özlemeyen arkadaşlarımı özledim. Yanımda konuşmalarını, gülmelerini, kendimi ne
kadar yabancı hissetsem de, o anları özledim.
Ama hep dizi karakterleriydi en yakın
arkadaşlarım, sanırım hala da öyleler...
Ankara’da
günlerce evde oturup, vicdanımla hesaplaşıp, hiç durmadan dizi izlediğim günler
geliyor aklıma. Bir sezonu aynı günde bitirip, sabaha karşı beşte gözlerimi
kapadıktan sonra, sanki ders çalışmışım ya da uyuyamamışım gibi okula gittiğim
günleri. Sonra akşam kendime geldiğimde, geri kalan sezonları indirmeye
başladığımı hatırlıyorum. Bu ne zaman başladı? Onu düşünüyorum bu günlerde. Hep
böyle değildim. Bir haftada normal insanlardan daha çok televizyon izliyordum
evet, ama bu kadar takıntılı değildim. Ne zaman başladı bu takıntılarım? Ne
oldu bana? Ne zaman ciddi anlamda gerçek dünyamı bırakıp, adeta vazgeçip, hayal
dünyasına bıraktım kendimi? Yoksa hep böyle miydim? Hep böyleydim ama teknoloji
mi yeterli değildi?
Yapmam gereken işlerin ciddiyeti arttıkça,
sanki nasıl desem, boş vermeye meylediyorum. Sanki boş verirsem, görmezden gelirsem, bana dokunmayacak
sorunlar. Boş verdikçe, düşünmemek için hayal dünyasına dalıyorum, ya da
uyuyorum, ya da içki içip içimdeki karanlığı neşeyle boğmaya çalışıyorum. Ama
nedense ben içince neşelenen biri olamadım hiç. Hayal edince de, ya da
birilerinin kurgularını izlediğimde de mutlu olamıyorum. Sanki mutluluk hak
etmediğim bir şey.
Ne zaman böyle düşünmeye başladığımı
bilmiyorum. Ama hayatım bunu kanıtlarcasına, kendini tekrarlayan hayal kırıklıkları
verdikçe bana, sanırım artık inanıyorum buna. Ve belki de bu yüzden hayatımdaki
boktan olayları umursamıyorum artık, değiştirmeye çalışmıyorum. Zaten eminim
başıma bu gelecek her defasında. Kimi sevsem, arkasına bakmadan basıp gidecek,
kime değer versem sırtımdan bıçaklayacak, hangi diziyi sevsem ya yayımdan
kalkacak ya da değişerek beni hayretlere düşürecek, ya da bitecek. O kadar az
şey kaldı ki hayatımda beni yaşamaya bağlayan, bazen sırf bunlar için
yaşadığıma hayret ediyorum.
Herkesin başına kötü şeyler geliyor
biliyorum. Çok boktan şeyler yaşayan ve hala gülümseyen çok insan tanıyorum. Ve
bazen mutsuz olmaya bile hakkım olmadığını düşünürken buluyorum kendimi. İşin
trajik yanı bu zaten. Ne mutlu olmayı hak ediyorum, ne de mutsuz olmaya hakkım
var. Yani hissetmemem gerek böyle şeyleri, çünkü iki kutbu da hak etmiyorum.
Böyle bir zihin var işte her yaptığım eylemin arkasında, ve bazen o kadar
hastalıklı bir hale geliyorum ki, donuyorum zamanda. Ne ileriye gidecek güç var
içimde, ne de geçmişe bakabilecek cesaretim. Hep yorgunum bu yüzden, stabil
kalmaya çalışmaktan, bu safsatayı saklamaya çalışmaktan, dünyaya bunu
haykırırken aslında bir boka yaramayacağını bile bile ezikçe bunu yapacağımı
bilmekten, insanların buna cevap yazabileceklerini düşünmekten, ve sırf bu yüzden
belki de insanların bana şefkat göstereceğini bilmekten, o kadar yoruldum ki.
Çünkü o kadar samimiyetsiz geliyor ki bana, o kadar yalan ki her şey. Zaman
kaybetmeye değmez.
Bunu yazıyorum, çünkü belki ancak bu
şekilde toparlanabilirim, bunu buraya yazıyorum çünkü burası bana ait bir
mabet, ve aslında isyan etmiyorum, o safhayı geçeli uzun bir zaman oluyor,
sadece kafamı ve kalbimi toparlamaya çalışıyorum. Ve bu açıklamayı yapmaya beni
iten duygulardan da tiksiniyorum.
Mutluluğu ve başarıları hak etmiyorum
çünkü aslında hak edecek bir şey yapmadım ben. Şansım yaver gitti, ne
asistanlığı alırken ne de buraya gelirken. Zaten elli defa yüzüme vuruldu bu
gerçekler ve ben sessizce kabullenmek zorunda kaldım bunları. Karşı çıkmak veya
çıkmamak içimdeki ateşi bastırmaya yetmeyecekti çünkü. Öylece sustum, dostlarım
farklı yollardan dillendirirken, ima ederken veya aslında hiç bir şey
söylemezlerken ben devamlı vicdan azabını çektim bunun. Aptal tezimin aptallığı
yüzüme vurulurken mesela, artık bambaşka bir evredeydim ben, inkar yerine
şakaya vurmadaydım artık. Gülüp geçiyordum insan içinde, ama eve geldiğimde
acısını çıkaracak bir şey arıyordum sadece. Bu hisleri silmek için nelerimi
vermezdim ama artık o kadar içime işledi ki, ben oldular. Bunlarsız bir ben ile
tanışan biri yok artık dünya üzerinde. Egoyla dalga geçen, ama egosunda boğulan
bir belik bu. Küçümseyen, eleştiren ama en çok kendiyle dalga geçen, egosunu
ise bu yolda kesen biçen, hunharca öldüren. Buradaki dilemma bana hep imkansız
gelmişti, ama sanırım gün be gün bu ikilem içinde bir yol buldum kendime. Ayıya
dayı deme meselesi gibi, bazı günler ego zirveleri, bazı günler ise ego
zerreleri yaşayan bir tosuncuk oldum. Adaptasyonum etkileyici gerçekten.
Oturmamış kişiliğim ve her şeyi inkar etme becerim, benim her ortamda yabancı
kalmamı sağladı ama yine de çok pis numara yapmamı kolaylaştırdı. İşte ben,
şuursuz, yaralı ve hissiz. Devamlı bunlardan bahsediyorum, çünkü artık kafamda
bundan başka bir şey dönmüyor.
Neden böyleyim?
Neden yaşamaya izin vermiyorum?
Neden biriktirdiğim tek şey hayal
kırıklıklarım?
Buraya gelirken, her şey arkamda bırakmak
istedim. Bu duygulardan sanki sihirli bir şekilde kurtulacaktım. Oysa o uçağa
bindiğimde, hayır aslında o otobüse bindiğimde, hala umut eden o yanımı öldürdüm
ben. Onu geride bıraktım. Hayallerimin olabileceğine inanan insanı katlettim
Aşti’de. Havaalanında sadece üzerine mum diktim. Son mesajımı yazarken sadece
ağlıyordum, ama yanımda kimse yoktu, ve sanırım uzunca bir süre de olmayacak.
En komiği ise aslında belki hiç kimse yoktu yanımda, ben hayal ediyordum gene.
Hangisi gerçek bilemiyorum artık, gerçekle sihir karıştı birbirine.
En trajiği ise, tüm bunlar olurken, uzun
zamandır hissetmediğim sevgiyi ve ihtiyacı iliklerimde hissetmiş olmamdı.
Gökkuşağı gibiydi her şey. Hep var olacak gibi geldi, yağmurdan sonraki mucize
gibiydi. Ama sonra, “sevgini direkt olarak söylersen birine,
bundan korkabilir” gerçeğini kabullenmek zorunda kaldım,
sevilmemeyi tecrübe eden bünyeme bir tecrübe daha ekledim.
Hayallerimde, ve tüm sihirli dünyalarda,
kimse korkmaz oysa sevgiden. Bunu kabul eder ya da reddeder, ama biraz öyle
biraz böyle olmazlar hiç. Zaten hiç kırılmaz kalpler, kırılsa bile tamiri
kolaydır.
Sanırım, bu noktadan sonra koptu kayışım.
Daha fazla taşıyamadım, hissizliği, gerçekliği, sonrasında ardı ardına gelen
tüm darbeleri. Beynim çıktı sahneden, sessizliğe gömüldü ve ben iç güdülerimle
yeni yüzler ve yeni karakterler aramaya koyuldum. Yalnızlığımı ve bu
yıpranmışlığı, vicdanıma siktir çekerek, günlerce bir şeyler izleyerek
gidermeye çabaladım. Her gün kendime verdiğim sözlerden döndüm, gün be gün
kendime olan azıcık saygımı kaybettim.
Ve işte şimdi buradayım. Yazabildiğim için
olduğumdan daha özgürüm, ve yaralarımı kaşıdığımdan daha hüzünlüyüm. Aklıma başıma
almam gerektiği için biraz daha yorgunum, ve kendime veremediğim sözler için
biraz daha utanç içindeyim. İnsanın kendinden utanması nasıl bir ikilemdir
bilir misiniz? Harcadığı zamanı devamlı ölçen bir iç sese tahammül etmesi nasıl
bir sinir sistemi gerektirir hiç düşündünüz mü? Hiç bir şeyden tatmin olmayan
bir bünyeyle yalnız kalmak, takıntılı olmayı işe yönlendiremediğinden devamlı
olarak başarısız olan, başarısızlıktan üzülen, üzüldükçe takıntılı bir şekilde
alışkanlıklarına devam eden ve bu döngü içinde takılıp kalmak nasıl bir şey
biliyor musunuz?
Keşke küçüklüğüme dönebilsem. Belki Tardis’i
istemem bu yüzdendir. Alt benliğim daha çok küçükken, doğduğum günle alakalı o
gerçekleri duymamı engellemek istiyor. Hani ailede en çok sevdiğim birey
tarafından, sırf doğruları bilmem için laf arasında söylediği, ve hala beni
inciten o gerçekleri. O gün ve sonrasında bu gerçeği öğrenmeseydim, nasıl bir
insan olurdum acaba? Böyle bir acaba ile yaşamak nedir biliyor musunuz?
İstenmeyen evlat olmanın nasıl bir his olduğunu biliyor musunuz? Kemiklerinizde
hiç hissettiniz mi bu duyguyu?
Ne zaman güçsüz kalsam, bunlar geliyor
aklıma işte. Binlerce defa aklımda çevirip durduğum bir öykü sanki, gerçek
değil gibi. Hayal dünyama sızıp, sihirli dünyamı da lekelemiş bir lanet sanki.
Oysa hayatın bir gerçeği, belki de en önemli gerçeklerinden biri. Şansa bağlı
bir seçilim, elinizde olmayan, kazandığınız ilk yarış için devamlı olarak acı
çekmek. İşte ben buna evrenin armağanı diyorum. Sevilmeden devam edebilmem için
bir isim vermem gerek çünkü buna, içimdeki bu hisler bütününe de kırık kalp
diyorum. Ebeveynleri tarafından sevilmeden büyüyen binlerce insan var bu
dünyada biliyorum, ama o çocuklardan kaç tanesi normal bireyler oluyorlar ki
zaten sonunda? Onlardan biriyim yalnızca. Bu gerçekliği kabul etmem, artık buna
alışmam ve yoluma devam etmem gerekiyor. Ve her tökezlediğimde, eteğimden
bunların dökülmesini engelleyecek bir yol bulmam gerekiyor.
Çünkü kendimi bildim bileli bu bir gerçek,
böyle ve değişmeyecek. Artık bununla yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Sıçtığımın
bokunun devamlı karşıma çıkmasını engellemem gerekiyor.