Eskiden İstanbul’da
yaşayanlara yapılırmış ya hani, İstanbul'a iş bakmaya, ne bileyim kaçmaya falan gelinirmiş ya hani, illa bir akraba evine gidilirmiş.
O akrabanın evinde yatılır, kalkılır bir de üstüne gezdirme talep edilirmiş.
Ben diyorum, kaç yılındayız, sonuçta
okumuş etmiş insanlar, zaten ben elli defa dedim ‘ben de
bilmiyorum buraları gezdiremem sizi’ diye, bir sorun çıkmayacak, herkes
dilediği gibi takılacak. Bok. Ha babayı alırsın işte öyle.
Gelen birinin elinde, cep telefonunda, bir
liste bilmem kimin bilmem kimi yollamış, şuralara gidilir buralarda yemek yenir
diye, ‘hadi buralara götür biziieeee’ diye
hırlamaya başladı kız. Nasılda sevmiyorum bu hatunu. Al çarp ağzına sabo
terlikle, olsun bitsin. Ya da tut saçından sürükle böyle metrelerce... Öyle bir
gıcıklık bende ki, yani nasıl şımarık, nasıl böyle boş boş muhabbetler.
Dakikalarca bok muhabbeti, cidden, bok muhabbeti, daha olmadı, sikti, taşşaktı
giriyor böyle Berlin’in orta yerinde suratında hınzır bir
sırıtışla. Bir de yani yanında kocası var, diğer yanda ablam, bir şey de
diyemiyorsun, sana düşmez. Ben böyle gerim gerim geriliyorum. Bu telefondaki
listede ne bir adres var, ne bir nasıl bir yerdir var. Mesela restoranlar
yazmış, ‘ee bu nerde?, burası nasıl bir yer?’, bir
de bir cimriler, ‘ne kadardır yemekleri?’...
Başladım artık, mal olduğumdan, tek tek
bak adreslere, google’dan arat, fiyatlara bakmaya başla. Bir de
kararsızlar, buluyorsun, bulmaz olaydım diye kafana kafana vurasın geliyor.
Böyle böyle restoran bulduk, gittik, her yer zaten en az yarım saat, sabahtan
beri dolanıyoruz malak malak, neymiş efendim alışveriş nasılmış burada, gidelim
sokaklarda gezelim, ‘burası neresi?, nereye bağlı?, nasıl
fiyatlar?.’ Ananın amı diyorum içimden, çok affedersiniz,
ama yüzümde gülücükler, ‘ay ben de bilmiyorum şekerim, ilk
geliyorum’. Ama maşallah karşımdakilerin yüzü hemen
asılıyor, ‘ay sende ne asosyalsin, çık işte gez,
dolaş. Yani insan biraz olsun bilir janım’ diyorlar. Al böyle kafalarını vur
birbirlerine. Neyse ben yine de sevinçliyim, kolay mı, ablan gelmiş falan,
geziyorsun. Şu orospu gelmeseydi iyiydi diyorsun falan, geçiyor. Ama bir yandan
da birikiyor işte içinde. Bakıyorsun, elin devamlı telefonda, bitmese
internetim falan diyorsun, ona bak buna bak çorba olmuş kafan, elinde harita o
zaman şuraya dönmek lazım falan diye geveliyorsun, nasıl yorulmuşsun, böyle
belin çıktı çıkacak yerinden. İki fotoğraf çekemiyorsun, elin kolun dolu,
yorgunsun. İşte böyle sonlardayım sabrımın, ama bana mısın demiyorum. Cidden
büyük performans sergiledim kendi çapımda bence. 4 tane İstanbul bebesi
ağırlamaya çalıştım boru mu?
Neyse ben anlatıyorum, burası böyleymiş, şurası
şöyleymiş, bunlarda hiç siklemiyorlar beni. Diyorum nereye gidelim? ‘Ya sen
bak işte, fark etmez’. İyi dedim ilk gün, adını beğendiyim bir
yer var, rezervasyon yapılması da gerekiyor. Nasılda sevmem ara konuş, Türkiye’dede
beceremem zaten. Böyle iki kekelerim, ‘ne diyecektim ben’ falan
diye girerim mevzuya. Amk sanki kırk yıllık arkadaşımın mekanı, ya da daha beteri, böyle nazik olmaya çalışırken,
hop içimdeki Ankaralı uyanır, ‘bu akşama 5 kişilik yer var mı LAA?’ diye
sorarım sorumu. Yani böyle sevmem işte, rezervasyondu, yok beyaz eşya
servisiyle konuşmaktı, bankadaki görevliyle, ttnet görevlisiyle konuşmaktı.
Bildiğin mala bağlarım. Hayır bir de şimdi yabancı dilde konuşacağım, karşıdaki
İngilizce bilmiyorsa iyice beter, Almanca yapacağım konuşmayı. Beni aldı bir
terleme, bu masadaki 4 bebenin de sikinde değil ‘Ee
araa, Almanca bilen sensin’. Almanca o kalkık kıçına girsin çok
affedersin. Neyse dedim yiğit insan, yapabilirsin bu zorlu görevi. Aldım elime
telefonu, ‘düşünme düşünme! Açacak telefonu, hemen
İngilizce biliyor musun diye sor, olsun bitsin’ diye
kendimi telkin ediyorum. Planım buraya kadar, zaten düşünmeden yapmam lazım,
yoksa elim kolum birbirine girer arayamam bile. Neyse açıldı telefon, Almanca
işte ‘melebaa, şey acaba İngilizce biliyor
musunuz?’ dedim. Cümlem harika yani, her yani
gramer kokuyor, kadın İngiliz şivesiyle ‘tabe, bebeğem anlat derdini’ dedi.
İşte oradan sonra, ben İngilizceyi unuttum. Yok oldu, böyle ‘poff’ diye
yok olma sesiniz duydum. Cümle kuruyorum ama, gramer Almancadan, kelimeler
İngilizceden ama mantık Türkçeden. Kadın anlamadı en başta, ben de ‘English
101’ a döndüm, ‘5 kişi, rezervasyon yapmak ben, istemek
ben’ gibi şeyler söyledim. Sonra işte 1 saate geliriz dedim, 'yani ne zaman?' diye sordu,
ananın amı diyorum, çok affedersiniz, sayı ile mi veriyorsunuz bunları diyorum.
Saat 7 şimdi işte, ekle bir saat amk. Neyse sonra numaramı istedi, telefon
numaramı. Aha dedim sıçtık. Bende çünkü numaralar hep Türkçe... Bir de numaramı
bilmiyorum, masadakilere döndüm, oğlum numaram ne benim diye, çok komik bir şey
olmuş gibi hepsi yüzüme pişmiş kelle gibi bakıyorlar, neyse biri verdi
numaramı. Ben başladım işte ‘Zero, eins, five, sekiz aman eight’ diye.
Neyse bitti konuşma ama yemin ederim 5 sene gitti ömrümden, ‘sikeyim’ falan
diye kapatıyorum telefonu. Aha tam karşımda bu Nişantaşı bebesi, ebesini şey
ettiğimin şeysi, başladı dalga geçmeye benimle. Hani vardır ya böyle tipler, yanlış
bir şey söylersin, böyle tüm dünya duyana kadar anlatırlar da anlatırlar.
Başladı bu dalga geçmeye, restorana gidene kadar, ‘ekiekeiekei
ne komik saydın numaraları, ekiekieki’ diye, böyle yemin ediyorum, ‘kaderrr
kadeer’ diye gireceğim kıza saç baş, kimse
alamayacak elimden. Bu diğer 4 ıslak çaputta, onlara bulaşmadığından bu hatun,
yapmacık yapmacık gülüyorlar, biri de demiyor, sen konuşsaydın madem dallama
diye. Bir de zaten onun listesinden bu mekan, sürüklenmişiz buraya kadar. ‘İşte’ dedim
kendime ‘tanı insanları, canından çok seviyorsun,
gel diye yalvarıyorsun, yanında bu dürzüleri getiriyor, bir de üstüne karşına
geçmiş sana gülüyor’.
Mekana geldik, gene böyle sıçmış bir Almanca İngilizce karışımı, neyse anlamadım ben kadın ne dedi Almanca, 2 defa
tekrarladı, o kadar boş ki kafam, anlamıyorum artık. Bir de tedirginim amk,
güya tatil yapıyoruz. Allaam diyorum, artık nolur yanlış yapmayayım, bu hatun
biraz daha dalga geçerse benimle yemin billah katil olacağım. Hayır, neden
takıyorum bu kadar bu hatunu diye de düşünüyorum arada sırada. Evet, yani neden
sallıyorum bu kadar...
Şimdi canım bu seneler öncesine dayanan
bir mevzu ama çok basit, ben böyle işte ortaokuldayım, yeni öğreniyorum İngilizceyi.
Ama telaffuz desen sıfır, dallama gibiyim. Bir insan evladı da düzetmiyor beni.
Kendine güven sıfır zaten, bilmiyorsun. Bir de ilkokulda hiç çalışmazdım ben,
zannediyorum dil de öyle bir şey çalışmayacaksın, geçeceksin sınıfını beşlerle.
Nıcık, öyle değilmiş. Benim karne bir geldi, ohh maşallah yani.
Neyse mevzumuz bu değil, ben ortaokuldayım
işte, hoca da yani, Miss Tunç. Ne bu şimdi derseniz, o zamanın modası bu. Hocalara
bu şekil hitap ediyoruz, soyadı işte Tunç, adını hatırlamıyorum ama zaten
bilmiyor bile olabilirim. Böyle gelmiş böyle gidiyor, Miss Tunç. ‘Şu
paragrafı sen oku bakalım’ dedi, ben de başladım okumaya. Nasıl ezik
büzüğüm ama, aha birazdan sıçacaksın diye de içimde biri devamlı dürtüyor beni,
deli gibi heyecanlıyım, aha sıçazaaam diye ellerim titriyor. Böyle işte evrene
mesaj yollarsan, alırsın cevabını. Ta taaa. ‘Also’ ile
başlayan cümleyi olduğu gibi okuma yanlışında bulundum ilk, alsooo diye. Aferin
yavrum! Neyse hoca düzeltti, iki-üç kıkır kıkır güldü millet. Sonra işte ne
uzun paragraf diye geçirirken içimden o muhteşem kelime geldi, okumak lazım ben
de okudum. ‘Although’ kelimesi ‘rağmen’
anlamındaki. Ama ben onu ALDO diye okudum. Sınıftaki tüm bebeler, bir gülmeye
başladılar, anaaam dersin Cem Yılmaz şov yapıyor. ‘Yok
bir de Yıldo deseydin, ahahahaha’ diye başladı biri. Hatırlıyorum bak bu
kadar sene sonra bile kim olduğunu, şimdi çoluk çocuk babası, hiç adını
zikretmeyeyim. Hala böyle kinliyim kendisine. Neyse, işte o günden beri ben
böyle yabancı dilde konuşurken bir gerilirim, hiç rahat olamam. Kimseyle dalga
geçmem dil mevzusunda bu yüzden, bu telaffuz sorununu nasıl çözerim diye
senelerdir kafa patlatırım. Olmayınca, olmuyor ama işte. Yapacak bir şey yok...
Neyse restorana geri dönecek olursam eğer,
meğer hatun Almanca ‘paltolarınızı alayım mı?’ diye
soruyormuş. Yemin ediyorum tek bir kelimesini bile anlamadım. Rusça falan
konuştu sandım. Sonra ‘English, pleaaseee!’ diye
acıklı acıklı baktım yüzüne. Kadında, işte paltolarınız dedi. İçimden ‘İyi
al, neyim var neyim yok al, ne istiyorsunuz bendennn?’
diyorum. Artık son raddesindeyim olayların. Bir de kadın açıklama yapıyor ‘siz
Almanca devam edince, ayıp olmasın diye Almanca devam ettim, ehiehiehi’
diyor, ben de artık duramadım ‘ben de devamlı dil değiştirince çorba oldu
kafam, kusura kalma kardeş’ diyorum. Masamıza geçiyoruz.
Şimdi dakika bir gol bir, başladı bu
Nişantaşı bebesi ‘o kadar aradık, rezervasyon yaptırdık,
masayı da gitmiş kapının dibinde vermiş, nıcık nıcık nıcık’ diye. Aldı sazı eline kocası ‘hakikatten
yani, daha güzel yerler var aslında’ diye. Ben artık duymayayım diyorum, bir
yandan da insan sorumlu hissediyor kendini. Aramışsın etmişsin rezervasyon
yaptırmışsın, resmen kendini kahraman gibi hissediyorsun, bunlar daha baştan
beğenmiyorlar. Hay diyorsun, götüm. Neyse, benim keyfim yerin dibinde ama
olsun, gülüyorum. Sonra dünyam aydınlanıyor. Dünyanın en tatlı garsonlarından ‘biri’ bize
servis yapmaya başlıyor.
Şnitzel yemeye karar veriyoruz. Bu arada
İngilizce menümüz var, mutluyum ben, oh diyorum. Ama bitmiyor tabii, İngilizce
olması da bir şey değiştirmiyor. ‘Şu ne demekmiş bir bakar mısın? Sence
nasıl olur eti?’ gibi enteresan sorular yöneltilmeye devam
ediyor bana. Yani çünkü ben Berlin-Türkiye kültür ataşesiyim, her şeyi biliyor,
Berlin’i ezberliyorum. Nereden bileyim amk?
Ben garsonu kesiyorum kendi çapımda, işim
bu artık benim, dinleme şunları diyorum kendi kendime. Sonra işte, o meşhur
soru. Tuvaletlerden sorumlu Berlin milletvekili Demet’e
sorulan en çarpıcı ve ilginç soru: ‘tuvalet nerede Demetttt?’.
Ebeninkinde dememek için zor tutuyorum kendimi, ama nafile, oturuyorlar işte.
Garsona sorayım diyor birileri ama, ‘bakar mısınız?’ kısmı
nedense gerçekleşmiyor bir türlü. Neyse ben de kesiyorum garsonumu artık
duymuyorum sorulanları, bu sırada biri arkaya bakıyor geliyor, tuvalet yok
orada diyor. Yani zaten büyük bir mekan değil, belki diğer taraftadır değil mi?
Yok diyorum, kalkmayacağım, ben bulmayacağım. Ama sonra kartal gözlerim bir
şeyi fark ediyor, bir kız tuvaleti soruyor, sonra kalkıp arka tarafa gidiyor.
Ben de hiç bir şey demeden kalkıp gidiyorum kızın arkasından. Hatta tuvalette
kanka oluyoruz. Çünkü tuvalet boşmuş, biz de mal gibi dışarda bekliyormuşuz...
Neyse işim bitiyor dönüyorum, şurası diyorum. Ha tamam diyor, gidiyor tuvalete.
Sonra diğerleri. Kısacası yol gösterici çoban bellediler beni diyorum içimden,
sıçtım.
Garson abi geliyor. Ama gelmeden önceki
çilem de iyi gerçekten. ‘Ne yiyeceksin? Şarap söyleyelim bence,
Şuradan bir şarap seçseneee’ gibi türlü türlü enteresanlıklar. Hayır
işin garibi, hiç anlamam şaraptan maraptan, bilmem ne nedir, neden öyledir.
İlgilenmem de. Seçerim işte adına göre, ismi güzelse, kendi de güzeldir benim
mottom. Neyse böyle geyik bir şey seçtim bende. Bu güzeldir belki dedim. İyi
dediler.
O anlarda, hayatımın aşkı, kurtarıcı
meleğim ilan ettiğim garson kardeşimiz geliyor. Siparişleri alıyor bir bir.
Sonra şaraba geliyor sıra, bakıyorum herkes bana bakıyor.’ Haydi
soor, sor’ gibi bir bakış. ‘Haydi
bismillah’ diyorum ve direkt giriyorum mevzuya. ‘Bize
bir şarap tavsiye edebilir misiniz?’ Demez olaydım. Gül gibi koca adayım
ellerimden kayıyor çünkü. Gözümde adam eli sopalı bir polise dönüşüyor resmen.
Adamda bir sorular, yok şöyle mi olsun böyle mi, şu şekiller var böyle mi
istersiniz?’. Yani diyorum şarap imal etmeyeceğim,
tavukla giden bir şey olsun. Tamam diyor ama işte şu mu şu mu olsun. Bakıyorum
malak gibi suratına. Az bekle diyor bana, gidiyor. Sonra geri geliyor. Tabii bu
sırada bizimkiler, ha dediği işte bir şarap adı, şunu demek istedi diye
bilgilendiriyorlar beni. Amk, madem biliyorsun desene şöyle olsun diye. Ne yani
derdin, gelecekteki sevgilimle neden arama giriyorsun. Neyse, getirdi bana
şarabı, bir içtim. Evet cidden şaraplar birbirinden farklı oluyormuş dedim. Bir
de getirenden midir nedir, tadı bir güzel. Tamam dedim bu olsun, süper
gerçekten. Sonra bu gitti. Gitmesiyle, masadakiler bana bir döndüler. Ben
aşığım o an yalnız dikkatinizi çekerim, adam bana özel şarap falan tattırıyor,
alışık değilim böyle muameleye. Genelde biriyle dışarı çıktığımda, görünmez
insan olurum, kimse de sallamaz beni. Böyle olunca, ben tabii hemen aşık oldum
garsonuma.
Masadakilerde bana dönüp ‘çok
güzelde, fiyatını sormadın, ya kazıklarlarsa bizi?, Zaten pahalı bir mekan
burası, yemek fiyatlarına baksana’ dediler. Ben tabii, çok üzüldüm. Yani
çünkü, böyle göz göze bakıyorsun biriyle, beğeniyorsun bir şeyi, fiyatını
sormak aklına gelmiyor. Bir de şarap eksperi değilim ama, beğenmişim şarabı.
Ben de üzülünce böyle, işte toparlamaya çalışıyorlar ‘burası
Türkiye değil ya, kazıklamazlar bizi neden kazıklasınlar’ gibi.
Ben de duramıyorum, ‘benim aklıma gelmedi o sırada. Madem sizin
geldi, siz neden sormadınız?’ diye. Tabii cevap yok buna. Sonra ‘zaten
aşağı yukarı aynı fiyatları’ diyorum. Doğrucu başılar hemen ‘hayııır,
baya pahalılar da var arkada, keşke ilk beğendiğini söyleyi verseydin’
diyorlar. Kabus gibi. Uyanmak istiyorum artık.
Neyse, bendeki cevvallik işte. Tekrar
çağırıyorum garsonumu. Sorayım fiyatını diyorum masadakilere. Bu seferde ‘yok
be, ne soracaksın, kazıklanacaksak kazıklanırız’
diyorlar. Ne emmeye ne gömmeye kısacası. Başım çatlayacak artık. Nereye düştüm
ben.
Garson geliyor sonra. Ben de iki dirhem
ezile büzüle Almanca soruyorum soruyu. ‘Ya ben unuttum sormayı da, ne kaadaa acaba
bu şarabın fiyatı? diye. Meğer yanlış kurmuşum cümleyi, adam başka türlü
söylüyor. Sonrada anlıyor, orada öleceğimi. Tüm masaya dönüp, İngilizce gayet
kibar bir şekilde fiyatını söylüyor şarabın. Ortalama bir şey zaten.
Kazıklamıyorlar bizi orada. Sonra garson gidiyor. Bunlar başlıyorlar ‘ben
dedim kazıklamazlar diye, sormasaydık iyiydi’ demeye.
Şarabımız geliyor, garson açıklıyor bir
güzel. ‘ Bu ismi, bu tarihi, bu nerden geldiği,
işte burası güzel bir yer vs. vs.’ diye. Hmm mmm diye tepki veriyorum
kendisine, ama utanmasam o gazla ‘sevgilin var mı?’ diye
soracağım. Sonra bu şirin bebe, 'buranın şaraplarını mı bilmiyorsunuz, yoksa
genel olarak mı şarapları bilmiyorsunuz' diye soruyor. Ben de işte şaşkaloz, ‘ya ben
bilmem şarapları, yani genel olarak çok şarap insanı değilim’
diyorum. Bu da diyor, bende Almanya’nın şurasındanım (hatırlamıyorum neresi
olduğunu) bizde bira ve votka içeriz. Ben de pek bilmem. Ay canım diyorum,
benimle evlenir misin?
Yemeklerimiz geliyor, başlıyoruz yemeye.
Kocaman tavuk önümüzdeki, 500 gr et resmen. Ablam yemiyor yemeğini. Çünkü
vejetaryen olmaya gönül verdi son dönemlerde. Buna takıyor Nişantaşılı bebe.
Ablama oynuyor. O da bir şey demiyor. ‘Ben de keşke başka bir şey isteseydin’
diyorum. ‘Ya yedim işte, bana niye oynuyorsunuz
şimdi’ diye cevap veriyor. İyi diyorum,
hayatında başarılar dilerim.
Çıkarken mekandan, bizim garsona iyi
seneler diliyorum. Benim olsan keşke diye de içimden mırıldanıyorum. O da açmış
kocaman gözlerini, ‘size de, mutlu seneler’
diyor. Ah diyorum, ne seneler ne seneler.
Maceram yeni başlıyormuş, bugün Pazar ve
yarın iş güç var. Çalışmadım hiç ve hala yorgunluğumu üstümden atamadım.
Anlatacağım daha bir sürü ıvır gıvır var. Ve nedense cidden anlatmak istiyorum,
heyecan yaptım resmen. Yakında gene yazarım, bekleyin beni anacım.