Çarşamba, Şubat 09, 2011

Bölüm 2

"...Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."
Gabriel

“Adem ile Havva. Yaratıcımın can verdiği ilk insanlar. Cennetten kovulanlar. Dünyaya inip tüm insanlığa sınanma şansı veren annemle babam. Her uykuya dalışımda onlara yakarıyorum, Yaradanıma yakardığım kadar hem de; neden kaderimde siz varsınız diyorum. Neden engel olmadınız diyorum. Özlüyorum. Tüm dünyayı karış karış geziyorum. Günden ırak, güneşten kaçak, renklerden uzak. Lilith, üvey annem. Bana kucak açan sevgilim. Söyle neden siyahı seçtin. Neden kanınla açtın gözlerimi. Lanetlendim. Ama affedemedim kendimi. En çok kendime, sonra yaradanıma kızıyorum. Kendimi affedemiyorum. Özlüyorum. Nasıl kıydım sana kardeşim, Abelim, Habilim. Göklerin rengindeki gözlerini, güneşte sararan buğday rengi saçlarını özledim. Renkleri ver geri bana, hatıranla. Nasıl kıydım sana? Özlüyorum Abelim. Affet beni, Yaratıcım gözümü kör eğledi. Bir an, herkesten çok istedim sevgisini O’nun. Bir an seni öldürüverdim. Ellerimde kan var şimdi. Affedemem kendimi. Seni arıyorum, kendimi arıyorum, sevgiyi arıyorum, affedilmeyi arıyorum, huzuru arıyorum; Golconda’yı arıyorum. Ama bulamıyorum. Tarumar oldum sensizlikten. Özlüyorum. ” Diye çevirdi İbn-Harun okuduklarını arapçaya. Eski, çok çok eski bir dilde yazılmıştı herşey. Unutulmuş, binlerce yıldır konuşulmamış bir gizemdi bu. Artık yaşamayan koca ağaçların yumuşak gövdelerine, devasa yapraklarına yazılmıştı hepsi. Her hece bir harfti, her harf bir anlam. Okuması, yazması hep zordu; ama en mükemmeliydi. Bir insanın yüzündeki her bir kas, her bir duygu, herbir mimik için ayrı bir harf vardı. Bu dilde konuşanlar birbirlerini yanlış anlayamazlardı.
İşte sonunda, İbn-Harun özenle saklanan o ilk yazıyı; o ilk harfleri çıplak gözleriyle görüyordu işte, nasırlaşmış elleriyle dokunuyordu ona. Bir özlemden bahsediyordu. Ve bu özlem için kullanılan 5 birbirinden farklı harf, anlam, duygu vardı metinde ama İbn-Harun hepsine özlüyorum diyordu. Başka bir kelime bilmiyordu Arapça’da bu duyguyu anlatacak. Hep övünürdu oysa Araplığı ile, dili ile. Ne kadar çaresiz kalmıştı oysa şimdi. Bu duyguların içlerini göremiyordu, algılayamıyordu. Beyni bu tip bir özlemi, arayışı, yalnızlığı algılayamıyordu; yüreği duymuyordu hiçbirini. Oysa bu kadar çaresiz olduğunu bilmezdi. Duygularının bu kadar köreldiğini, anlayışının bu kadar daraldığını görememişti. Kördü şimdi, Caine’i anlayamıyordu. Onunla her Allah’ın günü savaşıyordu. Onu hiç görmemişti ama savaşıyordu işte. Kılıcının iki uçlu adaleti, yaradanın hikmetiyle O'nun peşindeydi daima; Caine’nin, Kabil’in. Onun kadar güçlüsünü görmemişti hiç, göremeyecekti de, biliyordu. Neden ve ne zaman savaşmaya başladıklarını bilmiyordu. Bir gelenekti sanki bu. Durdurak bilmeyen kanın, çığlıkların, ölümün geleneği. Oysa ceza idi. Kabilin cezası idi.
Şimdi okudukları kalbini daraltıyordu. Düşmanı hakkında öğrendikleri gökkuşağının farklı tonlarını gösteriyordu O'na. Bir file, gözleri tamamen açık dokunmamış bir denek gibi; hep farklı noktalarından bakmıştı. Hiç düşünmedikleri, başkasının eliyle zihninde beliriyormuş gibiydi işte şimdi. Fil gelivermişti gözünün önüne. Alt benliği sonsuzluğa erişiyor, Yaradanıyla bütünleşiyor, Affediyor, Aydınlanıyordu. Cezası hiç bitmeyecek Kabil için ağlıyordu şimdi. Açlığa, soğuğa, kana, karanlığa, ama en çokta vicdan azabına hapis Caine için içli içli ağlıyordu şimdi O.
Gözyaşları için seneler sonra cezalandırılacaktı oysa İbn-Harun. Gücü, adaleti, sevgisi, zülfikarı el değiştirdiğinde; Kabil’in eline geçtiğinde.

Pazartesi, Şubat 07, 2011

Bölüm 1

Akşam ezanı okunuyordu. Kırmızı parlak topuklu ayakkabıların sesi kaldırımda yankılanıyordu. Beyoğlu'nun değişmeden kalmış belki de son arnavut kaldırımı taşlarının üzerinde uçarcasına yürüyordu. Uzun bacakları muntazamdı, beli incecikti ve büyük göğüsleri vardı. Her erkeğin hayallerini süsleyecek kadar güzeldi. Bembeyaz bir teni, simsiyah kısa saçları vardı. Evet saçları kısaydı, ama o güzel yüzüne daha güzel bir saç modelinin yakışmasının imkanı yoktu. Kırmızı parlak ayakkabılarıyla onu Taksim'de yürürken görebilen şanslı nadir insanlardan biriydim. Adımı açıklamak istemesem de, akademide yükselmesi kesin gözüyle bakılan ama doktorasını tamamlayamadan şizofreni teşhisi konularak hastaneye yatırılan bir asistan, Türkiye'de pek rastlanan bir şey olmadığından- başka nerede raslanıyor bilemiyorum- kendimden bahsederken adımı kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Benim adım Duygu, 26 yaşındayım ve biyoloji doktora terkim. Eski yazıyı okuyabiliyor, Osmanlıca, Farsça ve Japoncayı ana dilim gibi konuşabiliyorum. Arapça konusunda sıkıntılar çeksem de İngilizce'mden daha iyi durumda olduğundan şüphem yok. Bu aralar o kadar sık CV yazıyorum ki kendimi tanımlarken hep bu sırayı takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. Oysa gerek yok şimdiden herşeyi anlatmama. Anlattıkça siz anlayacaksınız zaten ne olduğumu, ya da ne olmadığımı. İlk olarak ne olmadığım hakkında bir şey demem gerekirse; ben yanlış tanı konulmuş bir hastayım. Hastayım evet ama tek hastalığım ileri derecede miyop olmam. Yeme sorunum yok çok şükür, belki ileride asıl bu bir sorun yaratabilir. Kısa sürelerle bıraksam da hala sigara içiyorum. Normal bir Türk genciyim işte, çeşitli takıntılarım var ve dövmelere bayılıyorum. Akşam Taksim'de yürüyorum, vitrinlere ve dövmelere bakıyorum. İş arıyorum.

Genellikle kütüphanelerde takılıyorum. Hep mi böyleydi yok değilse ne zamandır böyle hatırlamıyorum. Her tez yazan, ya da doktora yeterliliğe giren insan gibi arada sırada zaman kavramım bulanıklaşıyor. Son zamanlarda ise yapamadığım tezimi bitirmeye çabalamaktan daha çok bilimdışı, mistik şeyler okumayı seviyorum. Eski kütüphanelerde unutulmuş kitaplarla başlayan, Osmanlı yeniçeri arşivlerine kadar uzanan "Onları" arama çabam ilk ne zaman ortaya çıktı? Hmm, belki dövme merakım belki de bilimkurguya olan aşırı düşkünlüğüm açtı bu belaları başıma. Evet hatırlamıyorum. Şu anda karşımda bu süt beyazı kadını gördükten sonra açıkcası umrumda da değil. Kendini bana göstermiş olması, bir kapının aralandığı anlamına geliyor. Duyduğum heyecan anlatılamaz. Belki bir kedinin fare gördüğündeki heyecanı gibi tasvir edilebilir ancak. Onu gördüğüm o ilk anda hem avdım hem avcı. Göz bebeklerim büyüyüp kocaman oldu, Ondan başka kimse kalmadı çevremde; herşey siyah beyaz oluverdi. Sesler yok oldu, sadece Onun ritmik mükemmel tok topuk sesleri. Koca İstiklal boşalıverdi sanki. Onu takip etmemden başka çarem yoktu. Hiç bir zaman olmamıştı zaten.

Hiç arkasına gönüp bakmadı ama; ben bir köle gibi, bir robot gibi belli bir mesafeden Onu takip ediyordum. Benden başka Onu gören, fark eden insan yok gibiydi . Görülmek istemediğinde kimse fark edemezdi zaten Onu. Benim Onu takip etmemi istemişti, çünkü uzun zamandır Onları rahatsız ediyordum. Şimdi herşey bitecekti, şimdi belki herşey başlayacaktı. Bilemiyordum ama yüzünü bir daha görmek için herşeyimi verebilirdim o an. Ama buna gerek kalmadı, olgun bir karpuzun bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye yarılmasını andıran bir sesle, arkasını döndü. Dar, kimsenin olmadığı o sokakta bana, benim gözlerimin taa içine bakarak, ilk cümlelerini sarf etti: "Evet, sabah ezanına kadar vaktimiz var, ne bilmek istiyorsun Duygu?".

Ben büyülenmiş salak; aval aval suratına bakakaldım. Hayatımda bu kadar güzel birini görmemiştim. Heteroseksüeldim evet, lezbiyen değildim ve öyle eğilimlerimde yoktu ama bu yaratıkta apayrı bir çekim vardı ve üzgünüm ama o çekimden kurtulmak her babayiğidin harcı değildi. Denemeye çalıştım ve muhteşem irilikteki ilk salaklığımı yaparak ağzımdan şu sözlerin çıkmasına engel olamadım;'' Birşeyler içmek ister misin?'' Aklımdan geçen neydi? Hiç bir fikrim yok ama bu sözlerim Onun hoşuna gitti. Tamam dedi, ama benim istediğim yere gideceğiz ve ben istediğim zaman kalkacağız. Başımı evet anlamında salladım.

İlk defa yanyana yürüyorduk. Yanında kısa ve çirkin görünüyordum ama bu benim alışık olduğum bir duyguydu; kısa olmak değil ama çirkin hissetmek. Mavi ilaçları bunlar geçsin diye vermişlerdi ama nedense hiç içmedim onları. Bir insanın hisleriyle oynanmamalı bence; seratonin gelmiyorsa, az ise; zorlamanın bir anlamı yok. Varsa bile yapay, gerçekdışı. Şu anda O yanımdayken hissettiğim bu 'gerçeklik' de çok gerçekdışı aslında. Kıskanmıyorum Onu, sadece hayranım Ona. Daha 2 dakika oldu Onunla tanışalı ama canımı almak istese ona asla engel olmazdım.

Bulduğum ve okuduğum literatürlerde çekicilik deniyordu bu hislerime. "Onlar" inanılmaz çekicilikleriyle herkesi baştan çıkarabiliyorlardı. Bunun nedeni boyunlarında bulunan kokudan kaynaklanıyordu. Her insanın koltukaltı kokusu deyip geçtiği ama aslında kişiye özgü feromonlar denen şeydi sanırım; yani ona benzer birşey. Çekicilikti, baştan çıkarıcılıktı. İnsanların en ilkel duyu organını felç ediyordu. Beyni ele geçiriyordu ve uyuşturucu gibi göz bebeklerinin büyümesini, dünyadan kopmayı ve adanmışlığı arttırıyordu. Her avcı gibi, avlarının zayıf noktalarını biliyorlardı. Onlar besin zincirindeki en üst noktaydı, biz faniler ise onların yemeğiydi. Daha doğrusu konakçılarıydık. Parazittiler onlar, bizim üstümüzden beslenen dış parazitler. Aynı bizim dünya üzerinden beslenen parazitler olmamız gibi. Bakteriler gibi taşıma kapasitesinin üstünde üreyip, tüketen bizler. Ah biz insanlar hep zincirin son halkası , tüm hastalıkları yenebileceğimizi, sonsuza kadar yaşayabileceğimizi düşünmüştük. Oysa çiçek hastalığı, frengi, grip ya da AIDS gibi bizi kemiren bir yaratık daha vardı dünyada. Bizi iyi tanıyan, zayıflıklarımızı iyi bilen bir avcımız vardı. Ve ben Onlardan biriyle beraberdim. Sonunda birbirimize görünmüştük. Her avdan biraz daha temkinliydim, zıkkımın kökü vardı yanımda, saldıracak olursa bu zehirle saldırmayı deneyecektim. 11. yy da işe yarar bir teknikmiş. Ama her canlı gibi evrim geçirdilerse, ki mutasyon hızları, uyum kapasiteleri bizden kat kat fazlaydı; büyük ihtimalle doğal bir seçilimle bu zehire karşı bağışıklılardı artık. Kimbilir hangi akla hizmet gelmiştim buraya. Nasıl bir kendine güvenle bir şeyler içelim mi diye sormuştum. Bunları aklımdan geçirdiğim o an gerçek bir av gibi hissetmiştim işte kendimi. Gerçek bir salak gibi. Of hala o anları düşündükçe tüylerim diken diken oluyor.

Eşarbım da yanımdaydı. Etkiyi azaltabilmek için boynuma dolamıştım. Aynı Kuran'da yazdığı gibi; kollarımı, boynumu ve saçımın bir kısmını kapamıştım. O yanımda yürürken karşılaştığımız o ilk andan daha az etkisi altında olduğumun farkına varmaya başlamıştım. Azalan etki, koku duyusunun ilk andan sonra alışılan doz uyarımından kaynaklanıyor da olabilirdi. Ama ben hangisi olduğuna karar verecek durumda değildim. Yürüyorduk ve beynim yıllardır okuduğum tüm bilgileri, alt metinleri gözden geçiriyordu. Çok yorulmuştum, artık sonuna gelmiştim herşeyin. O aradığım parazitim, efendim, Avcım yanımdaydı ve ben artık düşünmek istemiyordum. Ölmek de istemiyordum. Ne soracağımı hatırlamıyordum. Onu kızdırmak istemiyordum ama en çok ölmek istemiyordum. Şimdi değil.

Kırmızı ayakkabılar yavaşlamaya başlamıştı, yüzümü Ona doğru çevirip baktığımda kafasıyla sağa dönmemizi emretti. Yine ardına düşmüştüm. Çünkü sağda girdiğimiz sokak denemeyecek kadar dar geçitte yanyana yürüyemezdik. O önde ben arkada sonunda ulaşmamız gereken yere vardık; Onun beni kolayca öldürebileceği kadar ıssız, konuşmalarımızın duyulamayacağı kadar kayıp. Sorularımı yazdığım kağıdı ellerim titrerken çantamdan çıkardım. O sakince beni bekliyordu. Bir ünlü gibi sakin, olacakları önceden biliyormuş gibi kendine güvenli. Kalp krizinin eşiğindeydim. Sonunda kendine hayrı olmayan o silik sokak lambasının altında ilk sorumu sordum Ona; cevabı evetti. Duruldum, durgunlaştım. Aptallaştım. Yüzüne baktım. İspat et dedim. İspat etti. O noktada, doktorumun yüzüne bana yazdığı O raporu fırlatmak istedim. Ben ne şizofren ne de obsesif-kompulsiftim.

Ben İbn-Harun'dan sonra gerçekleri açıkca gören ilk 21. yüzyıl insanıydım. Ben karşısında bir avcı olup, bunun farkında olan ama av olmayan nadir insanlardandım. Ben, evet üniversiteden atılan; yalnızlığa terk edilen ben. Karşımdaki oydu, işte tek gerçekliğim Oydu şu anda. Ve belki hep O olmuştu. O.

O bir vampirdi. ve bunu bana güzelce kanıtlayıvermişti.