Salı, Mart 06, 2012

BAM!

uyandım. boş bir sayfa gibiydi beynim. bomboş. aynı gözlerimi açtığımda o ilk gördüğüm pürüzlü ama boş tavan gibi. bir şekilde vardım. bunun bilinci nasıl işliyordu bilmiyordum ve hala da bilmiyorum ama vardım ve uyanmıştım. ve fakat boştum.

yatağımdan kalktım. bir et yığını içindeydim. dört uzvum vardı. ve onların varlığını kavrayabiliyordum. daha onlara kalk demeden kalkmıştım işte. ve şimdi, daha yakından inceleyebilmek için yaklaşabiliyorlardı bana. neye emin değildim ama, derinliği, uzunluğu ve eni vardı. değişik bir şekilde onlarla iletişimdeydim, bunu yadsımıyordum ve aniden bu duruma alışıvermiştim.

bana, ama neye?, daha uzak uzuvlarım ise havalanmama yardım etmişti. onların üzerinde dik bir şekilde durabiliyordum. ve rahat bir şekilde de hareket edebiliyordum. sonra ileriye doğru atılmak istedim, ve bir uzvum harika bir şekilde ileriye ilerledi ve ben şimdi adına “adımlamak” dediğim ve sanırım bir mucize olan bir eylemi düşünmeden, tartmadan, hatta ilk anda farkına varmadan yapıverdim.

ilk dikkatimi çeken şey, görüşümü zorlayacak kadar aydınlık olan, odanın pencere denen bölümüydü. o bölüme uzun uzun baktım. dışarıda harika bir görüntü vardı. bembeyaz bir buğu. alışana kadar derin ve huzur verici bir aydınlık gördüm. daha da yaklaştım o aydınlığa. ve bam. o aydınlıkla aramda şimdi cam diye tabir ettiğim o sert yüzeye çarptım. o ilk bamdan sonra, derinlerden bir ses bana seslendi. “ne oldu?”. bunun ne olduğunu, bir soru olduğunu, bir cevap gerektirdiğini kavrayabiliyordum ama ne yapmam gerektiği hususunda bir fikrim yoktu. içeriye doğru gelen bir et kütlesinin varlığı beni huzursuz etse de beklemekten başka çarem yoktu. içeriye yaklaştıkça başka kavramlarla karşılaşıyordum. cevap vermem gereken başka sorulardı bunlar, mesela “sabah sabah ne yapıyorsun, balkabağım?” ya da “düştün mü neden cevap vermiyorsun?” sonra o et kütlesi daha da yaklaştı ve odanın genişlemesine sebep olan bir aralığın ortaya çıkmasına sebep oldu. karşımda beni hayretlere düşüren, iki uzvu üzerinde hareket eden bir yaratıkla karşı karşıya buldum kendimi. o an hareketimi nasıl yapabildiğimi anladım. o an seslerin ne olduğunu anladım. o an benim de aynı onun gibi mi olduğumu sordum kendime ve o mini minnacık saniyeler içinde sorduğum sorular ve alamadığım cevaplar karşısında dehşete kapılarak olduğum yere düşüverdim.

düşmek bir bam sesi daha çıkardı ve uzuvlarımdan hayretler verici bir haykırış yükseldi. adına şimdilerde acı dediğim ve sıklıkla başıma gelen o oluşumunu ve nedenini anlayamadığım hissiyat. o anda göremediğim bir organımdan sesler yükseldi ve ben ilk kelimelerimi döküverdim ağzımdan. “ahhhh, hay a*ına ko*im noluyooo?”

hayatımda ilk ve son defa gördüğüm o yaratık tekrar kalkmama yardım ederken bir yandan da şaşkınlıkla “ne oldu? noluyorsun sabah sabah!?” diyordu.

beni kaldıran yaratık, “oturmama” yardım ederken, o gün ne yapmam gerektiğini, iyi olup olmadığımı sorarken, ben hayretler ve dehşetler içinde duruyordum. üzerime tuhaf kumaşlar giydiren bu yaratık dışarı çıkmamı ve bir aracı yakalamamı sıkı sıkı tembihliyordu durmadan. elime “yemem” için bir şeyler sıkıştırdı, ama önce tuvalete gitmemi istedi. beni başka odalara açılan o kapılarla tanıştırdı. bir yandan kıkırdıyor, bir yandan da sabah komikliğimin uzamamasını ısrarla istiyordu.

girdiğim bu diğer odada bana doğru yaklaşan bir diğer yaratıkla karşı karşıya kaldım. ne yapacağımı bilemiyordum. o ve ben birbirimize bakıyorduk. yakınlaşmaktan çekinerek uzun uzun inceledim Onu. yuvarlak denebilecek bir yüzeyde, iki adet hareketli organ, bir adet çıkıntılı, ve bir adet açıklık. açıklıkta beyaz taşlar. huşu içinde karşımdakini incelerken, yuvarlağın üst kısmındaki tüylerin hareket ettiğini fark ettim. içimden uzanarak onlara dokunmak geçti. ve bir bam daha. bana yakın uzuvlarım bir yüzeye değiyor ama karşımdakine dokunamıyordu. karşımdaki yaratığın bana kızmış olacağını varsayarak çekildim, karşımdaki varlıkta benimle beraber çekildi. sonra gene uzun uzun bir bakışma. içimde bir daralma hissediyordum, titremeye başlayacaktım. aniden karşımdaki yaratığın hareketli organlarından sular akmaya başladı. ve ben ne yapacağımı bilmeyerek titremeye başladım. sonra bir ıslaklık hissiyle irkildim. ıslaklık hissinin geldiği yere uzandığımda, karşımdaki yaratığın aynı şeyi yaptığını fark ederek, duruverdim. anlayamadığım bir şekilde, işte ilk defa o an ben olduğumu anladığım bir suretle bakıştığımı anlayıverdim.

içerde ne kadar kaldım bilmiyorum ama bana bir ışık yılı kadar uzun gelmişti. dışardaki diğer yaratığa da öyle gelmiş olacak ki, bağırarak “ne yapıyorsun hala be adam?!” serzenişini duydum. benim için açılan o aralıktan çıkarken, kızgın ve tehditkar o iki hareketli uzuvla karşılaştım. Sindim. dondum.

işte o an, içimden bir ses haykırmaya başladı.
kaç!
kaçmam gerekiyordu.
kaçmak!
ve ben de kaçtım.
...saatler geçiyor. yaşadığın gezegende her ne yapıyorsan, kafatası zırhının derinliklerindeki o vıcık vıcık kıvrımların içinde ‘bir yerlere’ yaptığın her şey kaydediliyor. duyguların, vücudun, sesler, anlamlar, kokular, her şey. birbirlerine neredeyse dokunacak elektrik kaynakların, küçük cızırtılarla birbirleriyle iletişim kuruyor. duyu organlarınla çevreni ölçüyor, sonra anlamak için bir süreç yaşıyor, sonra anladıklarını anlamadıklarınla beraber bir birliğin içerisinde kaybediyor. genelde anlamadıkların daha açıkta duracak ve gözüne daha sık batacak şekilde düzenleniyor. işte bu depoda, kendini sımsıkı hissediyorsun. dopdolu. ve her daim hazır. çok hızlı ilerleyen bu mekanizmanın, çevresel birçok etkenle uyarılmasından, değişmesinden ve dönüşmesinden memnunluk duyuyorsun.
Ama sonra aniden elektriksel her tip devrede olan hatalar seni buluyor. ateş, kimyasal madde, darbe. Toplulukta yaşamanın bir sonucu olarak belki de, hasta oluyor, ateşler içinde yanıyor ve elektrik devrelerini yakıyorsun. Birini görüyor, aşık oluyor, iletkenlerini kimyasala boğuyorsun, iletkenlerin işe yaramaz iletemeyenlere dönüşüyor. sonra O birinin bir yakını geliyor, büyük bir darbeyle zırhını yarıyor, devrelerini oksijenle tanıştırıyorsun.
Karmaşa. ve saatler geçiyor. aynaya baktığında gördüğün ama anlamlandıramadığın bir suratla karşılaşıyorsun. surat kelimesi bile yabancı geliyor. yabancılaşmak. ama tam anlamıyla, her maddeye, her nesneye, her duyguya, en çokta suretine.
o çok sevdiğin gezegeninde ayna dediğin o tuhaf icatla kendim dediğin o yapay et yığınına baktığında, ben ya da sen, bilemiyorum, bunu “görüyoruz”. sonra sen yok sayıyorsun bu olayı, siliyorsun belleğinden.
karşımda durmuş dondurma yiyen çocuğun gözlerinde böyle bir yabancılaşma gördüğümde, otostop yaparak harcadığım yaz geliyor aklıma. unuttum dediğim ama unutmadığım o yaz. içimde daima taşıdığımı bildiğim, ama dışarı çıkması için gözlerimi sımsıkı kapamam gereken bir suretler bütünü dışarı çıktığında, gözlerim ben ve belleğim yalpalayarak kaçıyoruz. gözlerimdeki simetrik uyarım kayboluyor ve ben asimetrik bir bükülme ile hem her şeyden büyük, hem de her şey kadar küçük oluyorum. bulunduğum oda hem çok büyük hem de benden küçük olabiliyor, keza. bu asimetrik bütün, zorladığımda benimle kalmak istemiyor, ama kalıyor. o bütün yaz, işte ben o ince hatta yürüyerek, kaybolmadan ve kaybetmeden, kopuk kopuk bir sürü anı biriktirdim. Bünyeme dair. harap olmuş gemime, unutulmuş gizemlere ve parlayan gezegenime dair.
sen, kendi gezegeninden oturmuş saatleri sayarken, ben burada sana kısa ama aslında oldukça şişman bir yaz mevsimi anlatacağım. ama dediğim gibi, zorlamadan seni fakat kaçmana da izin vermeden.

Cumartesi, Mart 03, 2012

...Ayrımcılığın böylesine acımasız ve sert bir biçimde uygulandığı düşünüldüğünde, birçoğumuzun kendimizi bir şeylerden öc alırcasına mesleklerimize adamayı seçmemiz hiçte şaşırtıcı görünmüyor...Alain De Botton

Issız bir ormanın ortasında küçücük bir ev.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız.
İşte tüm "toplulukla yaşamak" ızdırabının bittiği O yerde, sessizce oturmuş, çayımı yudumluyordum.
Sabahları erken kalkmatan nefret ederdim oysa. Eskiden. Şimdi, sabah çayı için, o demlenirken yaydığı muhteşem kokusu, o demlendikten sonra mideye giden ilk sıvının dayanılmaz aroması, yeniliğin bir o kadar da eskiliğin birlikteliği, huzur.. işte ben O sabah çayı için artık adam öldürebilirim.

Teknolojiden uzak, küçücük bir radyodan eski müziklerin çaldığı, kendi kendine yetmeye çalışan bir 'ev' burası. Benim evim.
En yakın merkezden o kadar uzak ki, burada hastalansam ve ölsem, cesedimin kokusunu alacak bir insan evladının ortaya çıkması, çürümemle eş değer bir zamana denk gelebilir. Ama radyoda hep neşeli melodileri duyuyorum, ölümü pek düşünmüyorum.

Sabah kahvelerini bıraktığımdan beridir, acelesizce, istediğim şekilde yaşadığımdan beridir, hayallerimin işini yapar oldum. Kitabımı yazıyorum. kimse okumayacak biliyorum, gelmiş geçmiş en klişe kitaplardan biri bu, eminim, ama s*ktir ettim çoktan o "herkes", "kimse", "insan" zırvalıklarımı. Ben bu kitabı kendim için yazıyorum ve kimse beğenmese de umrumda değil, ben beğensem yeter. Hani şu "hiç tanımadığım kendim için yapmak zorunda olduğum bir görev" gibi başlayan artık çığrından çıkmış gövde gösterim var ya benim, işte onun tam ortasındayım. Okuduğum bir kitaptan etkilenerek aldığım bu arazinin ortasına kendi ellerimle yaklaşık bir sene de yavaş yavaş diktiğim evim, ah benim güzel evim, sonunda bana değiş tokuş yaparakta yaşanabileceğini kanıtlayan güzel evim, Sen nesneler dünyamdaki en değerli ama gözden çıkaracağım da ilk şeysin.

İnsan dünyayı gezse de kendini taşıyor içinde, öyleymiş ya da ben geç anladım bunu. Yıllarca uğraşıp "kazandığım" başarılarımdan sonra, bir tatille kaybettiğim mutlulukları bulmaya çıktım. Bulamadım. Geri dönüp çalıştığım ofiste tekrar(?) bulmaya uğraştım. Sonuçta benden beklenen her haltı yapmıştım. Evlenmek ve işte geriye kalan kısmı oynamam gerekiyordu, yalnızca. Olmadı, yapamadım. Bir gün arabamda oturmuş, müzik dinlerken, dünyanın en neşeli şarkılarında ağladığımı fark ettim. İnsan 'Eye of the Tiger' şarkısı çalarken ağlar mı? Ben baya ağladım.

Herneyse.

O gün ve devam eden bir sene boyunca, düşündüm durdum. Yanlışı nerde yapıyordum? Param, başarım, işim, apartman dairem vardı. Belki çirkindim. Bunun da çaresi vardı, aç kalarak bir süre zayıfladım, spor salonlarında yoga yapıp, iç dünyamı keşfettim (?). Sonra fark ettim. Hiç bir şey yeterli değildi. Hep daha fazlası vardı. Ve ben duramıyordum.

Bir süre, evde tek başıma oturarak, bol bol kahve içerek ve düşünürek geçirdim. Neyi düşündüğümü tam hatırlamıyorum. Ama sanırım daha çok izlediğim film ve diziler hakkındaydı. O kadar güzel dolduruyordum ki kafamı, gerçeklikten o kadar kopmuştum ki bir süre. İşe gitmeyi zar zor hatırlıyordum, gittiğimde kendimde değildim. İşin komiği o sırada başarılarımın ne kadar kısa ömürlü olduklarını fark ettim. O gözde çağlarım çürümüştü ve ben kokuyordum.
Oysa işimi seviyordum, kendimi işimle tanımlıyordum, ama nedense artık hiçbir şey yapmak istemiyordum.

Ama sonuçta ölmemiştim ve vazgeçmemiştim. Herşeyi eski rayına oturtmak istediğim anlarda oluyordu. Kendime yeni hobiler bulmaya çalışıyor, diziler ve filmeler izlemek yerine kitaplar alıyordum. Ama işe yaramıyordu, bir sonraki haftasonu yine kendimi yatağımda hiçbir şey yapmaz bir halde buluveriyordum. İşin trajik yanı, içim o kadar boştu ki, ruh halim için endişelenemiyor, geçici bir süreç olduğuna inanıyor, belli bir zaman sonunda tamamen iyileşeceğime inanıyordum. O kadar boştu ki içim. Sanki hiç bir şey doldurmayacaktı beni. Ben bir ben olamayacaktım. Bütün, huzur, işte adı herneyse.

Bu dünyanın tamamlanması için, önceleri bir adama ihtiyacım olduğunu düşündüm. Aradım, dışarı çıktım, içtim, dans ettim, ayarlamalar, hoşlanmalar, duygular, ayrılmalar, göz yaşları, kahkahalar. evet oldukça sahte bir çok duygu sarf ettim. Ama nedense O yüce tamamlayıcımı bulamadım. Beynimdeki karanlık, ya da boşluk, aydınlanmıyordu. Ben huzur bulamıyordum.
Her tanıştığım adama, farklı önemli cümleler söylüyordum. Filmlerden replikler, dizilerden öyküler, her defasında başka bir benlik yaratıyordum. Bu sayede dolduğumu fark ettim. Her yarattığım karakter beni dolduran bir insan oluyordu. Aynı uzun süre izlediğin bir dizideki karakterlerin sonunda ailen olması gibi, her yeni adamla beraber yarattığım karakterim, ben oluyordum. Artık ben neydim bilmiyordum. Eski ben neydi, Ona nasıl dönülürdü bilemiyordum. Kendi yarattığım benliğimle, kendi yazdığım dünyamda yaşar olmuştum.

Sonunda bir haftasonu, kendi yarattığım dünyamdan çıkamadım.
Issız bir ormanın ortasında küçücük bir evde uyandım.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız bir şekilde yaşamaya başladım.