Perşembe, Aralık 27, 2012



Uzun zamandır kaçıyorum.
Kaçtığım şey, gerçeklik...
o kadar uzun zamandır, hayaller ülkesindeyim ki, bazen gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldığımda, sarsılıyorum.

Çoğu zaman, bunalımdayım diye geçiştiriyorum bu durumumu. Sonra tuhaf sanrılarla karşılaşıyorum, sanki buraya ait değilmişim gibi anlık düşünce kayıpları, sonra gerçekliğe tutunmak için, kendi hayatımı değil, dizi karakterlerimi kullandığımın farkına varıyorum. Çok ama çok uzun süre kaçınca insan, saklanacak güvenli limanlar arıyor kendine. O limanlar benim için hep hayal dünyası oldular. Olmaya da devam ediyorlar. Bunu engelleyemiyorum. Başım sıkıştığı anda kendimi o dünyanın içinde, önemli ya da önemsiz roller üstlenmişken buluyorum. Yalnız olmuyorum böylece.

Çünkü gerçekte, ilkokula giderken dahi, yalnızlığımı iliklerime kadar hissediyordum. Hangi ilkokul öğrencisi, günlerce ölmeyi diler ki? ve en önemlisi neden diler ki?
İşte bu dileklerin nedeni bulamadıkça ben, ve bunun normal olmadığını bildikçe, hayal dünyasına kaçtım. Tüm sorunlarımın silindiği, mükemmele yakın bir insanoğlu olduğum, söyleyemediklerimi söyleyebildiğim, başaramadıklarımı başardığım, platonik aşklarımın hep karşılık bulduğu o büyülü dünyam. hep yanımda, hep bir kaçış...

Bazı zamanlar, o kadar çok inanmak istedim ki bu hayallere, bazen gerçekten inandım. İyi bir öğrenci olduğuma mesela, ya da iyi bir insan olduğuma, başarılı olduğuma, dostlarım olduğuna, beni özleyeceklerine. Öyle içten inanmak istedim ki... İnandım sonunda. 27 senelik hayatımın belki de çoğu gününde hayal kırıklığı yaşasam da, bu hayallerle ve ancak böylece, ölme arzumdan kurtuldum ben. Hep iyimser olmaya çalıştım, her daim. Ama olamadım. Hep pesimist bir kızdım, aslında hep yalnızdım, ve hep kırıktım.

Kırık plak gibi bunu tekrarlıyorum işte ben senelerdir, kırığım diye. Kırık olmamla ilgili yazmadığım herhangi bir öykü bulunmuyor zihnimde, ya da hayallerimde.  O hayallerden hep ufacık bir hüzünle uyandım ben. Kısacası, mükemmelliği yaratırken bile beynimin içinde, daima bir hüzün, hayal kırıklığı, ölüm ve sıkıcılık vardı. Evet, doğru kelime bu, sıkıcılık. Hayatıma giren her insandan sonunda duyduğum bir kelime bu, sıkıcılık. İnsan en son istediği şey oluyor ya sonunda, evrenin küçük hediyeleri gibi geliyor artık bu bana. Yalnız başıma çıktığım ve hala devam eden bu yolculuğumda da gene sıkıcıyım. Gene hüzünlüyüm, gene bok gibi yalnızım, ama işin komiği bunları yazarken ve yayımlamak isterken bile kafamın içindeki bir ses, samimiyetime inanmıyor, yayımladığımda okuyacak 3-5 insan için endişeleniyor. Endişem düşecek olan maskemden. Ah evet, devamlı dimdik duran ben, şahsen aslında bir zerre kadar inanmıyorum kendime. Ve evet, lanet olsun ki güçlü falanda değilim. Eziğin önde gideniyim. Devamlı vicdan azabı çeken, yalnız başına bir göz odada oturan, internet bağlatmayacak kadar kararsız, cep telefonu internetinden arkadaş ve dost bildiği insanların hayatlarında neler olduğunu öğrenmeye çalışan eziğin önde gideniyim.

Ankara’daki evimi özledim. O evde hiçte mutlu değildim oysa. Ama güneş alıyordu, yaşayan bir canlı vardı o evde, ben onu terk etmeden önce cidden kötü davrandığım ama buna rağmen beni sevmeye devam eden bir canlı. Kitaplığım vardı, gene hayal dünyasına kaçmamı sağlayan ama gene de kitap okuyarak yaptığım için bu eylemi, vicdanımın görece daha az sızladığı bir evim vardı. Cidden ilk defa o evde güvende hissettim kendimi. Balkonunda fazla oturmasam da, o güzel Ankara yaz akşamlarında, sigaramın dumanında beynimin içinde çalan şarkıları söylediğim geceleri özledim. Televizyonumu ve cnbc-e yi özledim. Senelerimi çalan o tuhaf televizyon kanalını özledim. Ve beni özlemeyen arkadaşlarımı özledim. Yanımda konuşmalarını, gülmelerini, kendimi ne kadar yabancı hissetsem de, o anları özledim.

Ama hep dizi karakterleriydi en yakın arkadaşlarım, sanırım hala da öyleler...

Ankarada günlerce evde oturup, vicdanımla hesaplaşıp, hiç durmadan dizi izlediğim günler geliyor aklıma. Bir sezonu aynı günde bitirip, sabaha karşı beşte gözlerimi kapadıktan sonra, sanki ders çalışmışım ya da uyuyamamışım gibi okula gittiğim günleri. Sonra akşam kendime geldiğimde, geri kalan sezonları indirmeye başladığımı hatırlıyorum. Bu ne zaman başladı? Onu düşünüyorum bu günlerde. Hep böyle değildim. Bir haftada normal insanlardan daha çok televizyon izliyordum evet, ama bu kadar takıntılı değildim. Ne zaman başladı bu takıntılarım? Ne oldu bana? Ne zaman ciddi anlamda gerçek dünyamı bırakıp, adeta vazgeçip, hayal dünyasına bıraktım kendimi? Yoksa hep böyle miydim? Hep böyleydim ama teknoloji mi yeterli değildi?

Yapmam gereken işlerin ciddiyeti arttıkça, sanki nasıl desem, boş vermeye meylediyorum. Sanki boş verirsem,  görmezden gelirsem, bana dokunmayacak sorunlar. Boş verdikçe, düşünmemek için hayal dünyasına dalıyorum, ya da uyuyorum, ya da içki içip içimdeki karanlığı neşeyle boğmaya çalışıyorum. Ama nedense ben içince neşelenen biri olamadım hiç. Hayal edince de, ya da birilerinin kurgularını izlediğimde de mutlu olamıyorum. Sanki mutluluk hak etmediğim bir şey.

Ne zaman böyle düşünmeye başladığımı bilmiyorum. Ama hayatım bunu kanıtlarcasına, kendini tekrarlayan hayal kırıklıkları verdikçe bana, sanırım artık inanıyorum buna. Ve belki de bu yüzden hayatımdaki boktan olayları umursamıyorum artık, değiştirmeye çalışmıyorum. Zaten eminim başıma bu gelecek her defasında. Kimi sevsem, arkasına bakmadan basıp gidecek, kime değer versem sırtımdan bıçaklayacak, hangi diziyi sevsem ya yayımdan kalkacak ya da değişerek beni hayretlere düşürecek, ya da bitecek. O kadar az şey kaldı ki hayatımda beni yaşamaya bağlayan, bazen sırf bunlar için yaşadığıma hayret ediyorum. 

Herkesin başına kötü şeyler geliyor biliyorum. Çok boktan şeyler yaşayan ve hala gülümseyen çok insan tanıyorum. Ve bazen mutsuz olmaya bile hakkım olmadığını düşünürken buluyorum kendimi. İşin trajik yanı bu zaten. Ne mutlu olmayı hak ediyorum, ne de mutsuz olmaya hakkım var. Yani hissetmemem gerek böyle şeyleri, çünkü iki kutbu da hak etmiyorum. Böyle bir zihin var işte her yaptığım eylemin arkasında, ve bazen o kadar hastalıklı bir hale geliyorum ki, donuyorum zamanda. Ne ileriye gidecek güç var içimde, ne de geçmişe bakabilecek cesaretim. Hep yorgunum bu yüzden, stabil kalmaya çalışmaktan, bu safsatayı saklamaya çalışmaktan, dünyaya bunu haykırırken aslında bir boka yaramayacağını bile bile ezikçe bunu yapacağımı bilmekten, insanların buna cevap yazabileceklerini düşünmekten, ve sırf bu yüzden belki de insanların bana şefkat göstereceğini bilmekten, o kadar yoruldum ki. Çünkü o kadar samimiyetsiz geliyor ki bana, o kadar yalan ki her şey. Zaman kaybetmeye değmez.

Bunu yazıyorum, çünkü belki ancak bu şekilde toparlanabilirim, bunu buraya yazıyorum çünkü burası bana ait bir mabet, ve aslında isyan etmiyorum, o safhayı geçeli uzun bir zaman oluyor, sadece kafamı ve kalbimi toparlamaya çalışıyorum. Ve bu açıklamayı yapmaya beni iten duygulardan da tiksiniyorum.

Mutluluğu ve başarıları hak etmiyorum çünkü aslında hak edecek bir şey yapmadım ben. Şansım yaver gitti, ne asistanlığı alırken ne de buraya gelirken. Zaten elli defa yüzüme vuruldu bu gerçekler ve ben sessizce kabullenmek zorunda kaldım bunları. Karşı çıkmak veya çıkmamak içimdeki ateşi bastırmaya yetmeyecekti çünkü. Öylece sustum, dostlarım farklı yollardan dillendirirken, ima ederken veya aslında hiç bir şey söylemezlerken ben devamlı vicdan azabını çektim bunun. Aptal tezimin aptallığı yüzüme vurulurken mesela, artık bambaşka bir evredeydim ben, inkar yerine şakaya vurmadaydım artık. Gülüp geçiyordum insan içinde, ama eve geldiğimde acısını çıkaracak bir şey arıyordum sadece. Bu hisleri silmek için nelerimi vermezdim ama artık o kadar içime işledi ki, ben oldular. Bunlarsız bir ben ile tanışan biri yok artık dünya üzerinde. Egoyla dalga geçen, ama egosunda boğulan bir belik bu. Küçümseyen, eleştiren ama en çok kendiyle dalga geçen, egosunu ise bu yolda kesen biçen, hunharca öldüren. Buradaki dilemma bana hep imkansız gelmişti, ama sanırım gün be gün bu ikilem içinde bir yol buldum kendime. Ayıya dayı deme meselesi gibi, bazı günler ego zirveleri, bazı günler ise ego zerreleri yaşayan bir tosuncuk oldum. Adaptasyonum etkileyici gerçekten. Oturmamış kişiliğim ve her şeyi inkar etme becerim, benim her ortamda yabancı kalmamı sağladı ama yine de çok pis numara yapmamı kolaylaştırdı. İşte ben, şuursuz, yaralı ve hissiz. Devamlı bunlardan bahsediyorum, çünkü artık kafamda bundan başka bir şey dönmüyor.

Neden böyleyim?
Neden yaşamaya izin vermiyorum?
Neden biriktirdiğim tek şey hayal kırıklıklarım?

Buraya gelirken, her şey arkamda bırakmak istedim. Bu duygulardan sanki sihirli bir şekilde kurtulacaktım. Oysa o uçağa bindiğimde, hayır aslında o otobüse bindiğimde, hala umut eden o yanımı öldürdüm ben. Onu geride bıraktım. Hayallerimin olabileceğine inanan insanı katlettim Aştide. Havaalanında sadece üzerine mum diktim. Son mesajımı yazarken sadece ağlıyordum, ama yanımda kimse yoktu, ve sanırım uzunca bir süre de olmayacak. En komiği ise aslında belki hiç kimse yoktu yanımda, ben hayal ediyordum gene. Hangisi gerçek bilemiyorum artık, gerçekle sihir karıştı birbirine.

En trajiği ise, tüm bunlar olurken, uzun zamandır hissetmediğim sevgiyi ve ihtiyacı iliklerimde hissetmiş olmamdı. Gökkuşağı gibiydi her şey. Hep var olacak gibi geldi, yağmurdan sonraki mucize gibiydi. Ama sonra, sevgini direkt olarak söylersen birine, bundan korkabilir gerçeğini kabullenmek zorunda kaldım, sevilmemeyi tecrübe eden bünyeme bir tecrübe daha ekledim.

Hayallerimde, ve tüm sihirli dünyalarda, kimse korkmaz oysa sevgiden. Bunu kabul eder ya da reddeder, ama biraz öyle biraz böyle olmazlar hiç. Zaten hiç kırılmaz kalpler, kırılsa bile tamiri kolaydır.

Sanırım, bu noktadan sonra koptu kayışım. Daha fazla taşıyamadım, hissizliği, gerçekliği, sonrasında ardı ardına gelen tüm darbeleri. Beynim çıktı sahneden, sessizliğe gömüldü ve ben iç güdülerimle yeni yüzler ve yeni karakterler aramaya koyuldum. Yalnızlığımı ve bu yıpranmışlığı, vicdanıma siktir çekerek, günlerce bir şeyler izleyerek gidermeye çabaladım. Her gün kendime verdiğim sözlerden döndüm, gün be gün kendime olan azıcık saygımı kaybettim.

Ve işte şimdi buradayım. Yazabildiğim için olduğumdan daha özgürüm, ve yaralarımı kaşıdığımdan daha hüzünlüyüm. Aklıma başıma almam gerektiği için biraz daha yorgunum, ve kendime veremediğim sözler için biraz daha utanç içindeyim. İnsanın kendinden utanması nasıl bir ikilemdir bilir misiniz? Harcadığı zamanı devamlı ölçen bir iç sese tahammül etmesi nasıl bir sinir sistemi gerektirir hiç düşündünüz mü? Hiç bir şeyden tatmin olmayan bir bünyeyle yalnız kalmak, takıntılı olmayı işe yönlendiremediğinden devamlı olarak başarısız olan, başarısızlıktan üzülen, üzüldükçe takıntılı bir şekilde alışkanlıklarına devam eden ve bu döngü içinde takılıp kalmak nasıl bir şey biliyor musunuz?

Keşke küçüklüğüme dönebilsem. Belki Tardisi istemem bu yüzdendir. Alt benliğim daha çok küçükken, doğduğum günle alakalı o gerçekleri duymamı engellemek istiyor. Hani ailede en çok sevdiğim birey tarafından, sırf doğruları bilmem için laf arasında söylediği, ve hala beni inciten o gerçekleri. O gün ve sonrasında bu gerçeği öğrenmeseydim, nasıl bir insan olurdum acaba? Böyle bir acaba ile yaşamak nedir biliyor musunuz? İstenmeyen evlat olmanın nasıl bir his olduğunu biliyor musunuz? Kemiklerinizde hiç hissettiniz mi bu duyguyu?

Ne zaman güçsüz kalsam, bunlar geliyor aklıma işte. Binlerce defa aklımda çevirip durduğum bir öykü sanki, gerçek değil gibi. Hayal dünyama sızıp, sihirli dünyamı da lekelemiş bir lanet sanki. Oysa hayatın bir gerçeği, belki de en önemli gerçeklerinden biri. Şansa bağlı bir seçilim, elinizde olmayan, kazandığınız ilk yarış için devamlı olarak acı çekmek. İşte ben buna evrenin armağanı diyorum. Sevilmeden devam edebilmem için bir isim vermem gerek çünkü buna, içimdeki bu hisler bütününe de kırık kalp diyorum. Ebeveynleri tarafından sevilmeden büyüyen binlerce insan var bu dünyada biliyorum, ama o çocuklardan kaç tanesi normal bireyler oluyorlar ki zaten sonunda? Onlardan biriyim yalnızca. Bu gerçekliği kabul etmem, artık buna alışmam ve yoluma devam etmem gerekiyor. Ve her tökezlediğimde, eteğimden bunların dökülmesini engelleyecek bir yol bulmam gerekiyor.

Çünkü kendimi bildim bileli bu bir gerçek, böyle ve değişmeyecek. Artık bununla yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Sıçtığımın bokunun devamlı karşıma çıkmasını engellemem gerekiyor.