Cumartesi, Şubat 07, 2015

Anlatacağım hikayem hiçte ilginç olmayan bir şekilde Ankara'da başlıyor ve dünyanın başka bir ucunda oldukça ilginç bir hal alarak son buluyor. Şu anda sona çok yakınım, hissedebiliyorum. Herşey bitmeden sana anlatmak istiyorum hikayemi, en baştan, kısaca ve sade bir biçimde. Umarım bir gün anlarsın ve affedersin beni. Seni seviyorum. Tüm yüreğimle, daima...

Bölüm 1

İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları

İlk hatırladığım anılardan biridir Atatürk orman çiftliğinin ortasında tek başıma etrafıma bakınmam ve hayvanat bahçesi yapılacağı için kesilen ağaçlar için ağlamam. İlkokuldaydım ve 70 kişilik mevcudu olan sınıfımızla birlikte piknik yapmak için ormana gitmiştim. İsimleri veya yüzleri hatırlamıyorum artık, sanırım beynim kullanmadığım tüm anıları acımasızca siliyor. Zaten taş çatlasa 8-9 yaşında olmalıyım. Ama o günü ve hissettiğim acıyı çok net hatırlıyorum. Her türk gencinin değişiyle 'öretmenimizin' planladığı, sınıf annemizin ve belki bir kaç velinin daha katıldığı piknikte arkadaşlarımla beraber saklambaç oynamaya karar veriyoruz. Önce ebe seçmek için başlıyoruz saymaya;

'OOOO piti piti, karamela sepeti, terazi, lastik, jimlastik. Biz size geldik, bitlendik. Hamama gittik, temizlendik. Arabanın lastiği patladı, içindeki şişkonun götü patladı!'

Her hecede sayanın parmağı oyuna katılan oyuncular arasında dolaşıyor. Son hecede parmağın gösterdiği kişi ebe seçiliyor. Şans eseri ebe ben olmuyorum. Bir kişiyle ıskalıyor ebelik mertebesi beni. Oysa kovalamayı kovalanmaktan daha çok sevdim ben. Tehlikenin ve korkulanın ben olmasından her zaman daha çok hoşlandım. Ebe seçilen arkadaş, Hakan, üzgün biçimde kollarını birbiriyle dirseklerinden bileştiriyor. En yakın ağaca doğru yürüyor, arkasını bize dönüyor ve  kollarını yüzünü kapatacak şekilde havaya kaldırıyor. 100'e kadar olan sayımını ağaca yaslanmış bir biçimde yavaşça ve mutsuzca yapmaya başlıyor. Hatırladığım kadarıyla, Hakan matematikten hiç hoşlanmazdı ama oyuna dahil olmak için saymayı bitirmesi gerekiyordu.  Bilmiyorduk o zaman Hakanın bankacı olacağını. Hayatın ironisinden kaçamayacağımızı....

Ağaçlar arasında koşturmaya başlıyorum. Yanımda önce benimle beraber koşarak saklanmaya çalışan arkadaşlarım var ama sonra aniden sanki rüzgardan daha hızlı koşmaya başlıyorum. Kimse beni yakalayamıyor. Uzaklaşıyorum hepsinden. Ormanın derinliklerinde saklanacak bir yer arıyorum. Koşuyorum ama aslında uçuyorum. Çünkü ayaklarımda annemin yeni aldığı ve çok hızlı koşmamı sağlağına inandığım spor ayakkabılarım var. Hiçbir engel bana mani olamıyor, hızımı azaltamıyor. Önümde hafifçe yükselen bir tepe var şimdi. Rüyalarımda o tepenin ardı hep uçurum. Çünkü o gün o tepenin ardına saklanmaya karar verdim. Tepenin ardında ise bomboş bir alanla karşılaşıverdim. Şaşkınlığım bir anda korkuya sonrasında ise acıya dönüşüverdi. Ormanın ortasında bir hiçlik oluşturmuştu insanoğlu. Sanki bıçakla kesilmiş bir yaraydı bu damarlarımdan kanım çekilmişti. O ağaçlar 1000 yaşındaydı bana göre. Ve Saruman kötülük için tüm ağaçları odun niyetine kullanıvermişti.

Şimdi o ormanda bir hayvanat bahçesi yok, sadece bazı bölümleri parçalanmış bir ağaçlar topluluğu var. Neredeyse her sabah annemle babam oraya yürüyüşe gidiyorlar. Aslında onlarla beraber gitmek istiyorum ama o kadar erken gidiyorlar ki, ve beni de asla beklemiyorlar, yetişemiyorum onlara. Yetişemediğim için her gün suçluyorum kendimi, iradesiz olduğumdan, başarısız olduğumdan... Tabii anlamıyorlar beni, anlamak için çaba da sarf etmiyorlar. O yüzden o orman benim için hep mutsuzluk kaynağı. Her zaman yetersizliğimin bir anıtı bana göre. Boş, rüzgarlı, çoğu zaman korkutucu ve hüzün verici.

Hiç kendinden sıkıldın mı? Benden sıkıldığını biliyorum. Burada sana polisiye bir hikaye anlatamıyorum gene. Sonunda bir ceset olsa da bu hikaye nedense hüzünden ibaret bana göre...

Yıllar geçti o ilk hatıramdan bu yana. İstanbul-Ankara, Ankara-İstanbul arasında otobüste geçirdiğim her altı yedi saatlik yolculuklarımda biriktirdiğim hatılardan beride baya bir vakit geçti. Yaşlanıyorum artık. Yüzümde kırışıklıklar var ve saçlarımda beyazlar. Ama ne zaman bir ormana uzaktan baksam, ne zaman bir ormanın içinde dolaşsam hüzünleniyorum. Hep o ilk ana gidiyor aklım. Çaresizliğime, küçüklüğüme. Gurur yapıyorum sonra, yardım istemiyorum kimseden. İsteyemiyorum. Çünkü biliyorum kimse yardım edemez bana, kimse sahiplenemez yetersizliğimi. Sıkılıyorum iste sonra kendimden. Ağaçları ve yeşilliği düşünüyorum. Yaptığım yolculukları, her seferinde 400 küsür kilometre süren yolculuklarımı. Sanki birine gidiyormuşum, sanki varlığım birini mutlu edecekmiş gibi hissettiğim o kusurusuz saatleri ama sonrasına gidiyor aklım. Her defasında duyduğum dayanılmaz sıradanlığa, içten içe haykırdığım beni gözyaşlarına boğan hayal kırıklıklarıma. Kimse beni beklemiyor yolun sonunda. Kimseye bir şey ifade etmiyor altı yedi saatlik, orman görüntülü, Kamilli yolculuklarım.

Kendi varlığından mutlu olamayan biri nasıl yolculuk yapabilir? Yalnız başına nasıl kalabilir? Hayata ve acılarına nasıl katlanabilir? Örseleniyorum gene. O hüzünlü şarkı listelerime geri dönüyorum. Ağlıyorum. Ama ağlamak artık rahatlatmıyor beni çünkü artık hiç bir şey beni kendimi kanıtlamak kadar motive edemiyor. Ama artık tanıyorum kendimi. Kanıtlayacak hiç birşeyimin olmadığını biliyorum. Ben de herkes gibiyim. Boş ve hayalci. Kırık ve yapayalnız.

Kendi varlığından mutlu olamayan biri nasıl yaşayabilir? Hedefi ve hayalleri olmayan biri nasıl devam edebilir? Kendine yardım edemeyen biri, istediği hiç bir şey olmayan biri, nasıl hayata tutunabilir?

Hayvanat bahçesi hayalleriyle katledilen o ağaçlar gibiyim şimdi. Yok olmuş, varlığı kanıtlanamayan. Boş köklerden başka bir şey bırakamıyorum geriye. Ailem ve kendime yarattığım ailemden kilometrelerce uzağım. Uzaklık kalplere sızmaya ve kafama dank etmeye başladı bile. Kimseye güvenemiyor ve kimseyi sevemiyorum artık. Kırık bir plak gibi devamlı aynı şeyleri tekrarlıyorum: Nasıl yaşayacağım? Ne yapmalıyım? Çemberimi nasıl kırarım?

Birinci bölümün sonu.