Anlatacağım hikayem hiçte ilginç olmayan bir şekilde Ankara'da başlıyor ve dünyanın başka bir ucunda oldukça ilginç bir hal alarak son buluyor. Şu anda sona çok yakınım, hissedebiliyorum. Herşey bitmeden sana anlatmak istiyorum hikayemi, en baştan, kısaca ve sade bir biçimde. Umarım bir gün anlarsın ve affedersin beni. Seni seviyorum. Tüm yüreğimle, daima...
Bölüm 1
İstanbul-Ankara arası otobüs yolculukları
İlk hatırladığım anılardan biridir Atatürk orman çiftliğinin ortasında tek başıma etrafıma bakınmam ve hayvanat bahçesi yapılacağı için kesilen ağaçlar için ağlamam. İlkokuldaydım ve 70 kişilik mevcudu olan sınıfımızla birlikte piknik yapmak için ormana gitmiştim. İsimleri veya yüzleri hatırlamıyorum artık, sanırım beynim kullanmadığım tüm anıları acımasızca siliyor. Zaten taş çatlasa 8-9 yaşında olmalıyım. Ama o günü ve hissettiğim acıyı çok net hatırlıyorum. Her türk gencinin değişiyle 'öretmenimizin' planladığı, sınıf annemizin ve belki bir kaç velinin daha katıldığı piknikte arkadaşlarımla beraber saklambaç oynamaya karar veriyoruz. Önce ebe seçmek için başlıyoruz saymaya;
'OOOO piti piti, karamela sepeti, terazi, lastik, jimlastik. Biz size geldik, bitlendik. Hamama gittik, temizlendik. Arabanın lastiği patladı, içindeki şişkonun götü patladı!'
Her hecede sayanın parmağı oyuna katılan oyuncular arasında dolaşıyor. Son hecede parmağın gösterdiği kişi ebe seçiliyor. Şans eseri ebe ben olmuyorum. Bir kişiyle ıskalıyor ebelik mertebesi beni. Oysa kovalamayı kovalanmaktan daha çok sevdim ben. Tehlikenin ve korkulanın ben olmasından her zaman daha çok hoşlandım. Ebe seçilen arkadaş, Hakan, üzgün biçimde kollarını birbiriyle dirseklerinden bileştiriyor. En yakın ağaca doğru yürüyor, arkasını bize dönüyor ve kollarını yüzünü kapatacak şekilde havaya kaldırıyor. 100'e kadar olan sayımını ağaca yaslanmış bir biçimde yavaşça ve mutsuzca yapmaya başlıyor. Hatırladığım kadarıyla, Hakan matematikten hiç hoşlanmazdı ama oyuna dahil olmak için saymayı bitirmesi gerekiyordu. Bilmiyorduk o zaman Hakanın bankacı olacağını. Hayatın ironisinden kaçamayacağımızı....
Ağaçlar arasında koşturmaya başlıyorum. Yanımda önce benimle beraber koşarak saklanmaya çalışan arkadaşlarım var ama sonra aniden sanki rüzgardan daha hızlı koşmaya başlıyorum. Kimse beni yakalayamıyor. Uzaklaşıyorum hepsinden. Ormanın derinliklerinde saklanacak bir yer arıyorum. Koşuyorum ama aslında uçuyorum. Çünkü ayaklarımda annemin yeni aldığı ve çok hızlı koşmamı sağlağına inandığım spor ayakkabılarım var. Hiçbir engel bana mani olamıyor, hızımı azaltamıyor. Önümde hafifçe yükselen bir tepe var şimdi. Rüyalarımda o tepenin ardı hep uçurum. Çünkü o gün o tepenin ardına saklanmaya karar verdim. Tepenin ardında ise bomboş bir alanla karşılaşıverdim. Şaşkınlığım bir anda korkuya sonrasında ise acıya dönüşüverdi. Ormanın ortasında bir hiçlik oluşturmuştu insanoğlu. Sanki bıçakla kesilmiş bir yaraydı bu damarlarımdan kanım çekilmişti. O ağaçlar 1000 yaşındaydı bana göre. Ve Saruman kötülük için tüm ağaçları odun niyetine kullanıvermişti.
Şimdi o ormanda bir hayvanat bahçesi yok, sadece bazı bölümleri parçalanmış bir ağaçlar topluluğu var. Neredeyse her sabah annemle babam oraya yürüyüşe gidiyorlar. Aslında onlarla beraber gitmek istiyorum ama o kadar erken gidiyorlar ki, ve beni de asla beklemiyorlar, yetişemiyorum onlara. Yetişemediğim için her gün suçluyorum kendimi, iradesiz olduğumdan, başarısız olduğumdan... Tabii anlamıyorlar beni, anlamak için çaba da sarf etmiyorlar. O yüzden o orman benim için hep mutsuzluk kaynağı. Her zaman yetersizliğimin bir anıtı bana göre. Boş, rüzgarlı, çoğu zaman korkutucu ve hüzün verici.
Hiç kendinden sıkıldın mı? Benden sıkıldığını biliyorum. Burada sana polisiye bir hikaye anlatamıyorum gene. Sonunda bir ceset olsa da bu hikaye nedense hüzünden ibaret bana göre...
Yıllar geçti o ilk hatıramdan bu yana. İstanbul-Ankara, Ankara-İstanbul arasında otobüste geçirdiğim her altı yedi saatlik yolculuklarımda biriktirdiğim hatılardan beride baya bir vakit geçti. Yaşlanıyorum artık. Yüzümde kırışıklıklar var ve saçlarımda beyazlar. Ama ne zaman bir ormana uzaktan baksam, ne zaman bir ormanın içinde dolaşsam hüzünleniyorum. Hep o ilk ana gidiyor aklım. Çaresizliğime, küçüklüğüme. Gurur yapıyorum sonra, yardım istemiyorum kimseden. İsteyemiyorum. Çünkü biliyorum kimse yardım edemez bana, kimse sahiplenemez yetersizliğimi. Sıkılıyorum iste sonra kendimden. Ağaçları ve yeşilliği düşünüyorum. Yaptığım yolculukları, her seferinde 400 küsür kilometre süren yolculuklarımı. Sanki birine gidiyormuşum, sanki varlığım birini mutlu edecekmiş gibi hissettiğim o kusurusuz saatleri ama sonrasına gidiyor aklım. Her defasında duyduğum dayanılmaz sıradanlığa, içten içe haykırdığım beni gözyaşlarına boğan hayal kırıklıklarıma. Kimse beni beklemiyor yolun sonunda. Kimseye bir şey ifade etmiyor altı yedi saatlik, orman görüntülü, Kamilli yolculuklarım.
Kendi varlığından mutlu olamayan biri nasıl yolculuk yapabilir? Yalnız başına nasıl kalabilir? Hayata ve acılarına nasıl katlanabilir? Örseleniyorum gene. O hüzünlü şarkı listelerime geri dönüyorum. Ağlıyorum. Ama ağlamak artık rahatlatmıyor beni çünkü artık hiç bir şey beni kendimi kanıtlamak kadar motive edemiyor. Ama artık tanıyorum kendimi. Kanıtlayacak hiç birşeyimin olmadığını biliyorum. Ben de herkes gibiyim. Boş ve hayalci. Kırık ve yapayalnız.
Kendi varlığından mutlu olamayan biri nasıl yaşayabilir? Hedefi ve hayalleri olmayan biri nasıl devam edebilir? Kendine yardım edemeyen biri, istediği hiç bir şey olmayan biri, nasıl hayata tutunabilir?
Hayvanat bahçesi hayalleriyle katledilen o ağaçlar gibiyim şimdi. Yok olmuş, varlığı kanıtlanamayan. Boş köklerden başka bir şey bırakamıyorum geriye. Ailem ve kendime yarattığım ailemden kilometrelerce uzağım. Uzaklık kalplere sızmaya ve kafama dank etmeye başladı bile. Kimseye güvenemiyor ve kimseyi sevemiyorum artık. Kırık bir plak gibi devamlı aynı şeyleri tekrarlıyorum: Nasıl yaşayacağım? Ne yapmalıyım? Çemberimi nasıl kırarım?
Birinci bölümün sonu.
not yet
Cumartesi, Şubat 07, 2015
Cumartesi, Mart 23, 2013
İyi bir şeyler yapmaya çalıştıkta başıma gelen anlamsız tuhaflıklar yüzünden resmen sıkıldım yaşamaktan.
Mesela bir hafta boyunca aralıksız çalışıyorsun, haftasonu geziyorsun, böyle yorgunsun iyice ama gene de diyorsun güzel lan hayat. Sonra 'dan!'. al sana diyor hayat al kıçına girsin mutluluğun.
Herkese böyle mi oluyor bilmiyorum, yani bu biraz tatminsizlik mi, yoksa hayatın devamlı bir grilikte olmasından mı bilemiyorum, ama o kadar sıkıldım ki, artık hiç bir şey yapmak istemiyorum. Ciddi anlamda istemiyorum. Yataktan kalmadan geçirdiğim kaçıncı gün bugün bilmiyorum. Bünyem bu durumdan da yoruldu aslında ama tuhaf biçimde bu sefer içimde herhangi bir vicdan azabı yok. Beni korkutan da bu, hiç vicdan azabı duymadan yatıyorum. Dizi izliyorum, film izliyorum, çikolata iyiyp kahve içiyorum. O kadar. Başka bir şey yapmıyorum ve hiç pişmanlıkta duymuyorum. O kadar güzelmiş ki böyle yaşamak. Oh dedim, kafam dinlendi dedim. Bir restarta ihtiyacım varmış. Ha nedir zaman geçiyor, yetişmesi gereken işler birikiyor. Ama ciddi anlamda sikerim ya dedim. Banane.
Biliyorum, sonunda harcadım bu günleri diye düşünücem, ah vah edip pişman olucam. Ama şu anda hiç düşünmek istemiyorum bunları. Hayat böyle şeyleri düşünmeyince, daha güzelmiş...
Mesela bir hafta boyunca aralıksız çalışıyorsun, haftasonu geziyorsun, böyle yorgunsun iyice ama gene de diyorsun güzel lan hayat. Sonra 'dan!'. al sana diyor hayat al kıçına girsin mutluluğun.
Herkese böyle mi oluyor bilmiyorum, yani bu biraz tatminsizlik mi, yoksa hayatın devamlı bir grilikte olmasından mı bilemiyorum, ama o kadar sıkıldım ki, artık hiç bir şey yapmak istemiyorum. Ciddi anlamda istemiyorum. Yataktan kalmadan geçirdiğim kaçıncı gün bugün bilmiyorum. Bünyem bu durumdan da yoruldu aslında ama tuhaf biçimde bu sefer içimde herhangi bir vicdan azabı yok. Beni korkutan da bu, hiç vicdan azabı duymadan yatıyorum. Dizi izliyorum, film izliyorum, çikolata iyiyp kahve içiyorum. O kadar. Başka bir şey yapmıyorum ve hiç pişmanlıkta duymuyorum. O kadar güzelmiş ki böyle yaşamak. Oh dedim, kafam dinlendi dedim. Bir restarta ihtiyacım varmış. Ha nedir zaman geçiyor, yetişmesi gereken işler birikiyor. Ama ciddi anlamda sikerim ya dedim. Banane.
Biliyorum, sonunda harcadım bu günleri diye düşünücem, ah vah edip pişman olucam. Ama şu anda hiç düşünmek istemiyorum bunları. Hayat böyle şeyleri düşünmeyince, daha güzelmiş...
Pazar, Ocak 06, 2013
Yeni Yıl_2
Eskiden İstanbul’da
yaşayanlara yapılırmış ya hani, İstanbul'a iş bakmaya, ne bileyim kaçmaya falan gelinirmiş ya hani, illa bir akraba evine gidilirmiş.
O akrabanın evinde yatılır, kalkılır bir de üstüne gezdirme talep edilirmiş.
Ben diyorum, kaç yılındayız, sonuçta
okumuş etmiş insanlar, zaten ben elli defa dedim ‘ben de
bilmiyorum buraları gezdiremem sizi’ diye, bir sorun çıkmayacak, herkes
dilediği gibi takılacak. Bok. Ha babayı alırsın işte öyle.
Gelen birinin elinde, cep telefonunda, bir
liste bilmem kimin bilmem kimi yollamış, şuralara gidilir buralarda yemek yenir
diye, ‘hadi buralara götür biziieeee’ diye
hırlamaya başladı kız. Nasılda sevmiyorum bu hatunu. Al çarp ağzına sabo
terlikle, olsun bitsin. Ya da tut saçından sürükle böyle metrelerce... Öyle bir
gıcıklık bende ki, yani nasıl şımarık, nasıl böyle boş boş muhabbetler.
Dakikalarca bok muhabbeti, cidden, bok muhabbeti, daha olmadı, sikti, taşşaktı
giriyor böyle Berlin’in orta yerinde suratında hınzır bir
sırıtışla. Bir de yani yanında kocası var, diğer yanda ablam, bir şey de
diyemiyorsun, sana düşmez. Ben böyle gerim gerim geriliyorum. Bu telefondaki
listede ne bir adres var, ne bir nasıl bir yerdir var. Mesela restoranlar
yazmış, ‘ee bu nerde?, burası nasıl bir yer?’, bir
de bir cimriler, ‘ne kadardır yemekleri?’...
Başladım artık, mal olduğumdan, tek tek
bak adreslere, google’dan arat, fiyatlara bakmaya başla. Bir de
kararsızlar, buluyorsun, bulmaz olaydım diye kafana kafana vurasın geliyor.
Böyle böyle restoran bulduk, gittik, her yer zaten en az yarım saat, sabahtan
beri dolanıyoruz malak malak, neymiş efendim alışveriş nasılmış burada, gidelim
sokaklarda gezelim, ‘burası neresi?, nereye bağlı?, nasıl
fiyatlar?.’ Ananın amı diyorum içimden, çok affedersiniz,
ama yüzümde gülücükler, ‘ay ben de bilmiyorum şekerim, ilk
geliyorum’. Ama maşallah karşımdakilerin yüzü hemen
asılıyor, ‘ay sende ne asosyalsin, çık işte gez,
dolaş. Yani insan biraz olsun bilir janım’ diyorlar. Al böyle kafalarını vur
birbirlerine. Neyse ben yine de sevinçliyim, kolay mı, ablan gelmiş falan,
geziyorsun. Şu orospu gelmeseydi iyiydi diyorsun falan, geçiyor. Ama bir yandan
da birikiyor işte içinde. Bakıyorsun, elin devamlı telefonda, bitmese
internetim falan diyorsun, ona bak buna bak çorba olmuş kafan, elinde harita o
zaman şuraya dönmek lazım falan diye geveliyorsun, nasıl yorulmuşsun, böyle
belin çıktı çıkacak yerinden. İki fotoğraf çekemiyorsun, elin kolun dolu,
yorgunsun. İşte böyle sonlardayım sabrımın, ama bana mısın demiyorum. Cidden
büyük performans sergiledim kendi çapımda bence. 4 tane İstanbul bebesi
ağırlamaya çalıştım boru mu?
Neyse ben anlatıyorum, burası böyleymiş, şurası
şöyleymiş, bunlarda hiç siklemiyorlar beni. Diyorum nereye gidelim? ‘Ya sen
bak işte, fark etmez’. İyi dedim ilk gün, adını beğendiyim bir
yer var, rezervasyon yapılması da gerekiyor. Nasılda sevmem ara konuş, Türkiye’dede
beceremem zaten. Böyle iki kekelerim, ‘ne diyecektim ben’ falan
diye girerim mevzuya. Amk sanki kırk yıllık arkadaşımın mekanı, ya da daha beteri, böyle nazik olmaya çalışırken,
hop içimdeki Ankaralı uyanır, ‘bu akşama 5 kişilik yer var mı LAA?’ diye
sorarım sorumu. Yani böyle sevmem işte, rezervasyondu, yok beyaz eşya
servisiyle konuşmaktı, bankadaki görevliyle, ttnet görevlisiyle konuşmaktı.
Bildiğin mala bağlarım. Hayır bir de şimdi yabancı dilde konuşacağım, karşıdaki
İngilizce bilmiyorsa iyice beter, Almanca yapacağım konuşmayı. Beni aldı bir
terleme, bu masadaki 4 bebenin de sikinde değil ‘Ee
araa, Almanca bilen sensin’. Almanca o kalkık kıçına girsin çok
affedersin. Neyse dedim yiğit insan, yapabilirsin bu zorlu görevi. Aldım elime
telefonu, ‘düşünme düşünme! Açacak telefonu, hemen
İngilizce biliyor musun diye sor, olsun bitsin’ diye
kendimi telkin ediyorum. Planım buraya kadar, zaten düşünmeden yapmam lazım,
yoksa elim kolum birbirine girer arayamam bile. Neyse açıldı telefon, Almanca
işte ‘melebaa, şey acaba İngilizce biliyor
musunuz?’ dedim. Cümlem harika yani, her yani
gramer kokuyor, kadın İngiliz şivesiyle ‘tabe, bebeğem anlat derdini’ dedi.
İşte oradan sonra, ben İngilizceyi unuttum. Yok oldu, böyle ‘poff’ diye
yok olma sesiniz duydum. Cümle kuruyorum ama, gramer Almancadan, kelimeler
İngilizceden ama mantık Türkçeden. Kadın anlamadı en başta, ben de ‘English
101’ a döndüm, ‘5 kişi, rezervasyon yapmak ben, istemek
ben’ gibi şeyler söyledim. Sonra işte 1 saate geliriz dedim, 'yani ne zaman?' diye sordu,
ananın amı diyorum, çok affedersiniz, sayı ile mi veriyorsunuz bunları diyorum.
Saat 7 şimdi işte, ekle bir saat amk. Neyse sonra numaramı istedi, telefon
numaramı. Aha dedim sıçtık. Bende çünkü numaralar hep Türkçe... Bir de numaramı
bilmiyorum, masadakilere döndüm, oğlum numaram ne benim diye, çok komik bir şey
olmuş gibi hepsi yüzüme pişmiş kelle gibi bakıyorlar, neyse biri verdi
numaramı. Ben başladım işte ‘Zero, eins, five, sekiz aman eight’ diye.
Neyse bitti konuşma ama yemin ederim 5 sene gitti ömrümden, ‘sikeyim’ falan
diye kapatıyorum telefonu. Aha tam karşımda bu Nişantaşı bebesi, ebesini şey
ettiğimin şeysi, başladı dalga geçmeye benimle. Hani vardır ya böyle tipler, yanlış
bir şey söylersin, böyle tüm dünya duyana kadar anlatırlar da anlatırlar.
Başladı bu dalga geçmeye, restorana gidene kadar, ‘ekiekeiekei
ne komik saydın numaraları, ekiekieki’ diye, böyle yemin ediyorum, ‘kaderrr
kadeer’ diye gireceğim kıza saç baş, kimse
alamayacak elimden. Bu diğer 4 ıslak çaputta, onlara bulaşmadığından bu hatun,
yapmacık yapmacık gülüyorlar, biri de demiyor, sen konuşsaydın madem dallama
diye. Bir de zaten onun listesinden bu mekan, sürüklenmişiz buraya kadar. ‘İşte’ dedim
kendime ‘tanı insanları, canından çok seviyorsun,
gel diye yalvarıyorsun, yanında bu dürzüleri getiriyor, bir de üstüne karşına
geçmiş sana gülüyor’.
Mekana geldik, gene böyle sıçmış bir Almanca İngilizce karışımı, neyse anlamadım ben kadın ne dedi Almanca, 2 defa
tekrarladı, o kadar boş ki kafam, anlamıyorum artık. Bir de tedirginim amk,
güya tatil yapıyoruz. Allaam diyorum, artık nolur yanlış yapmayayım, bu hatun
biraz daha dalga geçerse benimle yemin billah katil olacağım. Hayır, neden
takıyorum bu kadar bu hatunu diye de düşünüyorum arada sırada. Evet, yani neden
sallıyorum bu kadar...
Şimdi canım bu seneler öncesine dayanan
bir mevzu ama çok basit, ben böyle işte ortaokuldayım, yeni öğreniyorum İngilizceyi.
Ama telaffuz desen sıfır, dallama gibiyim. Bir insan evladı da düzetmiyor beni.
Kendine güven sıfır zaten, bilmiyorsun. Bir de ilkokulda hiç çalışmazdım ben,
zannediyorum dil de öyle bir şey çalışmayacaksın, geçeceksin sınıfını beşlerle.
Nıcık, öyle değilmiş. Benim karne bir geldi, ohh maşallah yani.
Neyse mevzumuz bu değil, ben ortaokuldayım
işte, hoca da yani, Miss Tunç. Ne bu şimdi derseniz, o zamanın modası bu. Hocalara
bu şekil hitap ediyoruz, soyadı işte Tunç, adını hatırlamıyorum ama zaten
bilmiyor bile olabilirim. Böyle gelmiş böyle gidiyor, Miss Tunç. ‘Şu
paragrafı sen oku bakalım’ dedi, ben de başladım okumaya. Nasıl ezik
büzüğüm ama, aha birazdan sıçacaksın diye de içimde biri devamlı dürtüyor beni,
deli gibi heyecanlıyım, aha sıçazaaam diye ellerim titriyor. Böyle işte evrene
mesaj yollarsan, alırsın cevabını. Ta taaa. ‘Also’ ile
başlayan cümleyi olduğu gibi okuma yanlışında bulundum ilk, alsooo diye. Aferin
yavrum! Neyse hoca düzeltti, iki-üç kıkır kıkır güldü millet. Sonra işte ne
uzun paragraf diye geçirirken içimden o muhteşem kelime geldi, okumak lazım ben
de okudum. ‘Although’ kelimesi ‘rağmen’
anlamındaki. Ama ben onu ALDO diye okudum. Sınıftaki tüm bebeler, bir gülmeye
başladılar, anaaam dersin Cem Yılmaz şov yapıyor. ‘Yok
bir de Yıldo deseydin, ahahahaha’ diye başladı biri. Hatırlıyorum bak bu
kadar sene sonra bile kim olduğunu, şimdi çoluk çocuk babası, hiç adını
zikretmeyeyim. Hala böyle kinliyim kendisine. Neyse, işte o günden beri ben
böyle yabancı dilde konuşurken bir gerilirim, hiç rahat olamam. Kimseyle dalga
geçmem dil mevzusunda bu yüzden, bu telaffuz sorununu nasıl çözerim diye
senelerdir kafa patlatırım. Olmayınca, olmuyor ama işte. Yapacak bir şey yok...
Neyse restorana geri dönecek olursam eğer,
meğer hatun Almanca ‘paltolarınızı alayım mı?’ diye
soruyormuş. Yemin ediyorum tek bir kelimesini bile anlamadım. Rusça falan
konuştu sandım. Sonra ‘English, pleaaseee!’ diye
acıklı acıklı baktım yüzüne. Kadında, işte paltolarınız dedi. İçimden ‘İyi
al, neyim var neyim yok al, ne istiyorsunuz bendennn?’
diyorum. Artık son raddesindeyim olayların. Bir de kadın açıklama yapıyor ‘siz
Almanca devam edince, ayıp olmasın diye Almanca devam ettim, ehiehiehi’
diyor, ben de artık duramadım ‘ben de devamlı dil değiştirince çorba oldu
kafam, kusura kalma kardeş’ diyorum. Masamıza geçiyoruz.
Şimdi dakika bir gol bir, başladı bu
Nişantaşı bebesi ‘o kadar aradık, rezervasyon yaptırdık,
masayı da gitmiş kapının dibinde vermiş, nıcık nıcık nıcık’ diye. Aldı sazı eline kocası ‘hakikatten
yani, daha güzel yerler var aslında’ diye. Ben artık duymayayım diyorum, bir
yandan da insan sorumlu hissediyor kendini. Aramışsın etmişsin rezervasyon
yaptırmışsın, resmen kendini kahraman gibi hissediyorsun, bunlar daha baştan
beğenmiyorlar. Hay diyorsun, götüm. Neyse, benim keyfim yerin dibinde ama
olsun, gülüyorum. Sonra dünyam aydınlanıyor. Dünyanın en tatlı garsonlarından ‘biri’ bize
servis yapmaya başlıyor.
Şnitzel yemeye karar veriyoruz. Bu arada
İngilizce menümüz var, mutluyum ben, oh diyorum. Ama bitmiyor tabii, İngilizce
olması da bir şey değiştirmiyor. ‘Şu ne demekmiş bir bakar mısın? Sence
nasıl olur eti?’ gibi enteresan sorular yöneltilmeye devam
ediyor bana. Yani çünkü ben Berlin-Türkiye kültür ataşesiyim, her şeyi biliyor,
Berlin’i ezberliyorum. Nereden bileyim amk?
Ben garsonu kesiyorum kendi çapımda, işim
bu artık benim, dinleme şunları diyorum kendi kendime. Sonra işte, o meşhur
soru. Tuvaletlerden sorumlu Berlin milletvekili Demet’e
sorulan en çarpıcı ve ilginç soru: ‘tuvalet nerede Demetttt?’.
Ebeninkinde dememek için zor tutuyorum kendimi, ama nafile, oturuyorlar işte.
Garsona sorayım diyor birileri ama, ‘bakar mısınız?’ kısmı
nedense gerçekleşmiyor bir türlü. Neyse ben de kesiyorum garsonumu artık
duymuyorum sorulanları, bu sırada biri arkaya bakıyor geliyor, tuvalet yok
orada diyor. Yani zaten büyük bir mekan değil, belki diğer taraftadır değil mi?
Yok diyorum, kalkmayacağım, ben bulmayacağım. Ama sonra kartal gözlerim bir
şeyi fark ediyor, bir kız tuvaleti soruyor, sonra kalkıp arka tarafa gidiyor.
Ben de hiç bir şey demeden kalkıp gidiyorum kızın arkasından. Hatta tuvalette
kanka oluyoruz. Çünkü tuvalet boşmuş, biz de mal gibi dışarda bekliyormuşuz...
Neyse işim bitiyor dönüyorum, şurası diyorum. Ha tamam diyor, gidiyor tuvalete.
Sonra diğerleri. Kısacası yol gösterici çoban bellediler beni diyorum içimden,
sıçtım.
Garson abi geliyor. Ama gelmeden önceki
çilem de iyi gerçekten. ‘Ne yiyeceksin? Şarap söyleyelim bence,
Şuradan bir şarap seçseneee’ gibi türlü türlü enteresanlıklar. Hayır
işin garibi, hiç anlamam şaraptan maraptan, bilmem ne nedir, neden öyledir.
İlgilenmem de. Seçerim işte adına göre, ismi güzelse, kendi de güzeldir benim
mottom. Neyse böyle geyik bir şey seçtim bende. Bu güzeldir belki dedim. İyi
dediler.
O anlarda, hayatımın aşkı, kurtarıcı
meleğim ilan ettiğim garson kardeşimiz geliyor. Siparişleri alıyor bir bir.
Sonra şaraba geliyor sıra, bakıyorum herkes bana bakıyor.’ Haydi
soor, sor’ gibi bir bakış. ‘Haydi
bismillah’ diyorum ve direkt giriyorum mevzuya. ‘Bize
bir şarap tavsiye edebilir misiniz?’ Demez olaydım. Gül gibi koca adayım
ellerimden kayıyor çünkü. Gözümde adam eli sopalı bir polise dönüşüyor resmen.
Adamda bir sorular, yok şöyle mi olsun böyle mi, şu şekiller var böyle mi
istersiniz?’. Yani diyorum şarap imal etmeyeceğim,
tavukla giden bir şey olsun. Tamam diyor ama işte şu mu şu mu olsun. Bakıyorum
malak gibi suratına. Az bekle diyor bana, gidiyor. Sonra geri geliyor. Tabii bu
sırada bizimkiler, ha dediği işte bir şarap adı, şunu demek istedi diye
bilgilendiriyorlar beni. Amk, madem biliyorsun desene şöyle olsun diye. Ne yani
derdin, gelecekteki sevgilimle neden arama giriyorsun. Neyse, getirdi bana
şarabı, bir içtim. Evet cidden şaraplar birbirinden farklı oluyormuş dedim. Bir
de getirenden midir nedir, tadı bir güzel. Tamam dedim bu olsun, süper
gerçekten. Sonra bu gitti. Gitmesiyle, masadakiler bana bir döndüler. Ben
aşığım o an yalnız dikkatinizi çekerim, adam bana özel şarap falan tattırıyor,
alışık değilim böyle muameleye. Genelde biriyle dışarı çıktığımda, görünmez
insan olurum, kimse de sallamaz beni. Böyle olunca, ben tabii hemen aşık oldum
garsonuma.
Masadakilerde bana dönüp ‘çok
güzelde, fiyatını sormadın, ya kazıklarlarsa bizi?, Zaten pahalı bir mekan
burası, yemek fiyatlarına baksana’ dediler. Ben tabii, çok üzüldüm. Yani
çünkü, böyle göz göze bakıyorsun biriyle, beğeniyorsun bir şeyi, fiyatını
sormak aklına gelmiyor. Bir de şarap eksperi değilim ama, beğenmişim şarabı.
Ben de üzülünce böyle, işte toparlamaya çalışıyorlar ‘burası
Türkiye değil ya, kazıklamazlar bizi neden kazıklasınlar’ gibi.
Ben de duramıyorum, ‘benim aklıma gelmedi o sırada. Madem sizin
geldi, siz neden sormadınız?’ diye. Tabii cevap yok buna. Sonra ‘zaten
aşağı yukarı aynı fiyatları’ diyorum. Doğrucu başılar hemen ‘hayııır,
baya pahalılar da var arkada, keşke ilk beğendiğini söyleyi verseydin’
diyorlar. Kabus gibi. Uyanmak istiyorum artık.
Neyse, bendeki cevvallik işte. Tekrar
çağırıyorum garsonumu. Sorayım fiyatını diyorum masadakilere. Bu seferde ‘yok
be, ne soracaksın, kazıklanacaksak kazıklanırız’
diyorlar. Ne emmeye ne gömmeye kısacası. Başım çatlayacak artık. Nereye düştüm
ben.
Garson geliyor sonra. Ben de iki dirhem
ezile büzüle Almanca soruyorum soruyu. ‘Ya ben unuttum sormayı da, ne kaadaa acaba
bu şarabın fiyatı? diye. Meğer yanlış kurmuşum cümleyi, adam başka türlü
söylüyor. Sonrada anlıyor, orada öleceğimi. Tüm masaya dönüp, İngilizce gayet
kibar bir şekilde fiyatını söylüyor şarabın. Ortalama bir şey zaten.
Kazıklamıyorlar bizi orada. Sonra garson gidiyor. Bunlar başlıyorlar ‘ben
dedim kazıklamazlar diye, sormasaydık iyiydi’ demeye.
Şarabımız geliyor, garson açıklıyor bir
güzel. ‘ Bu ismi, bu tarihi, bu nerden geldiği,
işte burası güzel bir yer vs. vs.’ diye. Hmm mmm diye tepki veriyorum
kendisine, ama utanmasam o gazla ‘sevgilin var mı?’ diye
soracağım. Sonra bu şirin bebe, 'buranın şaraplarını mı bilmiyorsunuz, yoksa
genel olarak mı şarapları bilmiyorsunuz' diye soruyor. Ben de işte şaşkaloz, ‘ya ben
bilmem şarapları, yani genel olarak çok şarap insanı değilim’
diyorum. Bu da diyor, bende Almanya’nın şurasındanım (hatırlamıyorum neresi
olduğunu) bizde bira ve votka içeriz. Ben de pek bilmem. Ay canım diyorum,
benimle evlenir misin?
Yemeklerimiz geliyor, başlıyoruz yemeye.
Kocaman tavuk önümüzdeki, 500 gr et resmen. Ablam yemiyor yemeğini. Çünkü
vejetaryen olmaya gönül verdi son dönemlerde. Buna takıyor Nişantaşılı bebe.
Ablama oynuyor. O da bir şey demiyor. ‘Ben de keşke başka bir şey isteseydin’
diyorum. ‘Ya yedim işte, bana niye oynuyorsunuz
şimdi’ diye cevap veriyor. İyi diyorum,
hayatında başarılar dilerim.
Çıkarken mekandan, bizim garsona iyi
seneler diliyorum. Benim olsan keşke diye de içimden mırıldanıyorum. O da açmış
kocaman gözlerini, ‘size de, mutlu seneler’
diyor. Ah diyorum, ne seneler ne seneler.
Maceram yeni başlıyormuş, bugün Pazar ve
yarın iş güç var. Çalışmadım hiç ve hala yorgunluğumu üstümden atamadım.
Anlatacağım daha bir sürü ıvır gıvır var. Ve nedense cidden anlatmak istiyorum,
heyecan yaptım resmen. Yakında gene yazarım, bekleyin beni anacım.
Yeni yıl_1
Bugün günlerden Cumartesi, bir haftanın
yorgunluğu var üzerimde. Hala atamadım ve atlatamadım tam olarak. Ne yeni
yılmış arkadaş?!
2012 üzerimden tren gibi gelip geçti. Önce
uzun süre bir bekleme dönemi yaşadım. Her an gözüm e-mailimde. Her 10 dakikada
bir e-mail’imi kontrol ettim. Baya uzun bir süre,
resmen altı aydan uzun. Bu dönem içerisinde poliploidi ile ilgili sunum
hazırladım, sunumu sunmadan önceki gün bel fıtığı oldum, sunumu yapıp doktora
gittim, sonra rapor aldım. Raporu okula götüreceğim gün, sınav gözetmenliğimi
kaçırmayayım, uyuz hoca kaprisi çekmeyeyim dedim, keşke gitmeseymişim. Hayatın tokadını
ağzımda hissettim. Bana hala gıcık kapan hocadan herkesin önünde haksız yere
azar yedim, üstüne yetmedi, dost kazığı yediğimi hissettim. Uzun bir süre
ağlamamak için laboratuvar boyunca yürüdüm, yürüdüm ve kendime söz verdim, her
ne olursa olsun artık yeter! Artık haksızlığa uğrayarak yaşamak istemiyorum! Her
bokun sorumlusu ilan edilip, azarı ben yemek istemiyorum!
Uzun bir süre ağladım tabii bu duruma,
kızdım, sinirlendim, beddualar ettim. Sonra hepsi geldiği yere geri döndü, yani
bana... Yani bu saydıklarım daha 2012’nin başıymış arkadaş!
Beklemek zor bir kelimeymiş, eylemi ise
bambaşka. Hem hayata devam etmek istemiyorsun, hem zorundasın, hem bağlanmak
istemiyorsun hiçbir şeye, hem de her şey gün geçtikçe daha cazip geliyor.
Arkadaşlıklar kuruyorsun, bir bakıyorsun dostluklar olmuşlar. Birinden
hoşlanıyorsun, bir bakıyorsun sevginden boğulacaksın.
Sonra haber geliyor, bekleme anları
bitiyor ve gerçek oluyor hayallerin. Ama saklamak zorundasın, gizli yaşamak
zorundasın. Senin için sevinen insanları görüyorsun etrafında, seni özleyecek
insanları, ve elbette özleyeceğin insanları. Seninle gurur duyan bir ebeveynin
olması mesela, hayatta paha biçilebilecek bir duygu değil. Senden daha çok
sevinmiş, seninle gurur duyan bir anne. Öyle kolay değil...
Sonra ama gideceğin için seni suçlayan,
sevincini bencilce kendini düşündürterek hüzne dönüştüren soğuk telefon
konuşmaları yapmak, ‘neden gidiyorsun ki?’cümlelerini
tekrar tekrar duymak, yorucu oluyor. Hayat gibi bir ileri bir geri gidip
geliyorsun. Hüzün, sevinç, gurur, heyecan, korku hepsi aynı pakette. Bir
açıyorsun, hepsi yüzünde patlıyor.
Sonra, vize işlemleri, sıkıştırılmış veda
halleri, gidişine verilen geceleri organize etme çabaların, gene bir hüzün
içindeki. Gelmeyenler için, yaptığın onca gayreti harcayan arkadaşlar için,
duygularını gizlemek için ve gecenin sonunda aslında hiç ummadığın insanlarla
bir arada kalmışlığın yabancı hissi için, gözlerinde oluşan ufacık bir yaş.
Kimsenin görmediği, kimseye hitap etmeyen...
Dedemin göçüp gitmesi. Her daim
çalışkanlığına gıpta ettiğin adamın, bir hastane odasında, bir başına hayata
veda etmesi. Cenazeye yetişememek, onu son kez görememek... Hoş, artık
tanımıyordu beni, unutulup gitmiştim anılarından. Ankara’daki
öğretmen torunuydum ben, evlendirmek için çabalamasına gerek duymadığı, ve
nedense anlattığı şeyleri dinlediğimi bildiğinden sanırım, hep farklı hikayeler
anlattığı torunuydum. Değildim belki, bilmiyorum. Ama işte insan bazen
birilerinin hayatında özel olmak istiyor. Dedem, tuhaf ve özel bir adamdı
bence. Çok çektirdiği için her birimize, daha çok, kötü taraflarını görüyorduk
hayattayken. Ama sonra, çocuklaştığında, ben nedense hep, o hikayeleri anlatan
adamı gördüm gözlerinde. Hayatın zorluklarını aştığı için kendiyle gurur duyan
ve başkasının onunla gurur duyup-duymamasını ya da Onunla hem fikir
olup-olmadığına aldırış etmeden bildiğini okuyan adam. Beraber yaşaması zordu,
ama Ondan öğrenilecek çok şey vardı. Hikayelerinin bir kısmını kalbime gömdüm,
ve dedim, doktoramı bitirebilirsem dede, bu da benim hikayem ya hani, zor ya
hani, benden beklenmeyen bir performans ya hani ve sonunda evde kalmamı
garantileyecek ya hani, hah! o yüzden işte, bu tezi sana ithaf edeceğim...
Sonra, Ankara. Evin, yuvan. İşte bu yuvayı
boşaltmak. Bağlanmadığın dediğin onca eşyadan kopmaya çalışmak, yeni hayatın
için aralarından seçim yapmaya çalışmak... Son günlerini eşya toplayarak, stres
içinde birilerine dert anlatmaya çalışarak geçirmek. Aniden gelen anne, anneanne
ve kuzen... Son Ankara günlerinde rehberlik yapmak, Onlara yüklenmeden,
taşınmaya çalışmak; bu arada kaçamaklar yapmak, kalbini ve ruhunu başka birine
açmak. Aniden göçüp giden bir baba, aniden ev arkadaşım oluveren sonra yine
aniden dostum oluveren, ablam Fatma. Öyle ortada kalıveren Fatma. İşte
eşyalarını paylaşmak onunla, yeni hayatını kurarken sende kalan son akıl
kırıntılarını paylaşmak. Haddin olmayarak karışmak, bulaşmak kararlarına. Sonra
bilmek işte, senin hayatın olan, her köşesinde senden bir anı olan o eşyaları
başkasına verirken bir gram pişmanlık duymamak. Bilmek işte, o eşyaların sana
yuva kurması gibi, canın kadar sevdiğin birine de yuva kurmasında yardımcı
olmak. O eşyalar adeta, benimle olan döngüsünü tamamlayan ve reenkarnasyona
uğrayan hayat parçacıkları. Şimdi güvenli ellerdeler, içim rahat...
Okulu odanı toplamak, her şeyin bir yığın
olduğu kutulara mal mal bakmak. Yedi koca sene sonunda aynı geldiğin gibi
yalnız başına doldurmak, boşaltmak...
Ama işte,
Bana hayatım boyunca en çok şey öğreten
varlığa, elveda demek. Kediyi gömmek.
Yine tek başına bir veteriner kliniğinde
gözlerini yuman o minnacık, kalbimin yarısını kaybetmek. Varlığını, sevdiğim
kimsenin istemediği, bir yuva veremediğim ama beni yumuşatan, sakinleştiren,
vahşiliğimi gösteren, sabrımı genişleten muhteşem yaratık. Şimdi Yüzüncü Yıl’da bir
yerlerde toprak oldu. Ölüm tarihini sildim aklımdan ama doğum tarihi 29 Mayıs
kalbimde bir umut.
Ankara’da
kalp kırıklıkları. Beklemek, yolcu etmek, yolcu edilmek. Çılgınlar gibi,
hönküre höküre ağlamak. Ağladığını gizlemek zorunda olmadığın dostlara sahip
olduğunu bilmenin verdiği o muhteşem duygu. Her güzel şey ile birlikte gelen o
korkunç şeyler. İyi ve kötü hep etrafında. Hep içiçe. Ama insan yaşarken o ‘anı’, sadece
birini görebiliyor. Ya iyi ya da kötü oluyor o gün. Oysa değil, hep gri
günler...
Ankara’dan
ayrılmak, İstanbul’dan ayrılmak. Sonra acı vatan Almanya.
Yeniden Almanca, yeniden başarısızlıklar, yepyeni bir yalnızlık, olağanüstü
çeşitlilikte insanlar, kültürler, diller. Adaptasyonda sıçışlar, kaybolan
zaman, internet başında saatlerce beklemek, kavga etmek, teknolojinin içinde
iletişimden yoksunluk, ilgiye açken, ilgisizlik ve ayrılık. Uzun süre boşluğa
bakma ama sonra terlikli bir fotoğrafa saatlerce gülmek ve bisiklete binmek.
Yeniden bedenin özgür kalması, coşku ama hep bir hüzün. Ruhun can çekişleri.
Ama adaptasyon. Ama gene taşınma, güle güle Göttingen, Almanya’daki
memleketim.
Ve beklenen Berlin. Koskoca şehir, adamı
yutuveren toplu taşıma ve elbette eşşek ölüsü gibi valizler. Gene ‘bir
daha kitap almayacağım’ diye hayıflanmalar. Yuva gibi gelmeyen
bir ev. Karanlık, pis. Ama işte, insan her şeye ne çabuk alışıyor, İKEA’dan
alınan ihtiyaçlarla ne de çabuk renkleniyor. Bir çırpıda beni yansıtmaya
başlayan bir odalık ev. İnternetsiz, sessiz ve elbette yetersiz ve güneşsiz.
Ama işte yuva burası. Yeni yatağım, rengarenk nevresimlerim, kaskatı yastığım
ve yazlık pijamalarım. Temizlik, evet evet o hiç bitemeyen temizlik. Toplanan
halılar, soğuk zemin ama çiçek gibi bir ev. İçilen il şarap, yenen ilk yemek,
sabaha kadar süren ilk sohbetler...
Üniversiteye yazılma, korkutan vize
işlemleri, tuhaf biçimde biten Bonn seyahati. Çırpınan bir kalp, kararsızlık ve
tatminsizlik. ‘Ulan ben ne yapçam!?’ diye
okunması gereken, sonu gelmeyen ‘amk, amk, amk’. Gene
de hep bir umut, işte fakirin ekmeği o hep bir ‘umut’.
Sonraya itilmesi gereken işler, duygular.
Enstitüde laboratuvara ilk girişimde
cidden bir rahatlama hissettim. Sonunda hayal ettiğim, beni tatmin edecek
çalışmalara başlayabilecektim. Tabii ki umduğum gibi olmadı çalışmaların
temposu, ama PCR’a örnekler koyup sonuçları aldığında
insan, ulan sanki çocuğu olmuş gibi seviniyor. Yaptım diyorsun, mutfakta
meyveli keki keşfettim. Böyle garip anlatılması güç bir duygu silsilesi. İşte
tam bu dönemlerde yaşadığım ilk heyecanlar, bir yandan çalıştığım gruba
alışmada yaşadığım zorluklar, yalnızlık ve yeni şehir öyle zor geldi ki bana.
Yani zor değil belki, daha çok yorgunluk. Gelmişiz bir yılın sonuna, tatil
yapmamışım 2 senedir, artık bünye ‘abi noluyo ya?’ diye
teklemeye başlıyor. Saçma sapan ağlama krizleri, ‘bunalım
gibi ama değil gibi’ bir dizi izleme seansları. Sonra gene
ağlama krizleri. Makale okuma delisi olan bende kitap açma isteğinin sönmesi,
hep bir erteleme gereksinimi. ‘Aman yarabbim, ölüyorum bana bir tatil’.
İşte asıl anlatmak istediğim kısım. Resmen
yukardan birileri bana al sana tatil yapıyor ‘nah’
şeklinde. İlk olarak yattığım ve yataktan kalkmak istemediğim bir süreçle
başladı her şey. Ama elbette dayanılması çok güç bir vicdan azabıyla beraber
geldi bu yatak keyifleri. Nasıl bir ikilemse, sen ‘tatilde
yaparım yeaaa’ diye her şeyi tatile ertele, sonra
tatilde dinlencem ulan de, sonra gel o aynı tatilde ikisini bir arada yapmaya
çalış. Olmuyor işte, tembel yanın ağır basıyor. Bir de şöyle bir şey var
elbette, bir süre sonra cidden pilin bitiyor. Bu zaten bilimsel bir şeymiş. ‘Youtube’un
yalancısıyım valla, öyle diyor.
Efendim, insan sürekli kendine gaz vererek
başlıyor ya işe, işte devamlı bunu pompaladıkça bünyeye, ama çalışma bir
devamlılık arz edemedikçe, işler arasında kalıyor insan. O yüzden devamlı bir
gaz verme hali geliyor bünyeye. Kendi kendine gaz verme diyelim buna bundan
sonra. Ha işte bu da, psikolojik bir şey sonuçta ama enerji gerektiren bir durum.
Çünkü koca amigdalana karşı geliyorsun, tembel tarafını devamlı yenmeye
zorluyorsun bünyeni. İşte bu enerji, aynı deprem hatları gibi enerji birikmesi
yaratıyor bünyede, birikiyor, birikiyor, sonra osuruk gibi çıkıyor beyninden.
Bir bakıyorsun, hiç bir şeyi sallamayan bir insan olmuşsun, bomboşsun,
tükenmişsin. Böyle egon yerlerde, taa en derinlerde, kendini aşağılasan bile
bana mısın demeyen bir şey. Hah işte ben buna dibe vurma diyorum. Böyle
zorluyorsun zorluyorsun, uçacağım sanıyorsun, sonra hooooop kafa üstü
çakılıyorsun. Sanırım bana da böyle oldu bu dönemde. Sikerim ulan hayatı dedim,
başladım dizi izlemeye...
Yalnız şunu da belirtmek isterim ki
aslında izlediğim diziler genelde beni gaza getiren neşeli dizilerdir. Böyle o
zelzeleleri indükleyen, gülerken düşündüren, sonra kafam boşaldığından tazecik
yeniden başlama azmi veren dizilerdir. Ha ne lan bu diziler derseniz, bu
kişisel bir durum bence, sizde işe yaramayabilir (tabii bunu okuyan bir siz kısmısı
varsa orada). Neyse, benim için bu Doctor Who, Merlin, Downton Abbey, Big bang,
HIMYM, Supernatural gibi abuk sabuk şeyler işte. Hani klasikleri ve biten
dizileri saymadım, onları biliyorum ya hani sürpriz olmuyor bana. Çünkü şuna
bağlayacağım, başladım bu dizilerin son bölümlerini açmaya. Bu noel tatili
yüzünden biliyorum BBC falan özel bölümler yayımlayacak. İzlemez olaydım
anacım, içimde kalan üç beş sevinç kırıntıları da öldü bitti resmen. Meğer
Merlin tamamen bitiyormuş, nereden bileyim?! Dizinin asıl adamı, canım,
yiğidim, böyle yaşama nedenim Arthur’u bir öldürdüler yemin ediyorum, ağlarken
ciğerim sökülecek sandım. Allahım dedim benden ne istiyorsun, şurada neşelenmek
istedim alt tarafı nedir yani?! Yapsınlar şurada 15 sezon Merlin, izlenir yani.
Sihir, kötü kadın, kazanan iyiler, BroRomance, böyle bir alçak gönüllük... Sen
dur sonra, ilk Noel’imde öldür Arthurcuğumu. Ciğerim yandı be.
Tabii ders çalışamadım tüm gün. Sonra bari Doctorcuğumu izleyeyim dedim.
Yakında dövmesini yaptıracağım diyorum, ulan! bu diziye ne olmuş! Tardis
değişmiş, peehh leş bişi olmuş! Resmen gitmişti benim takım, zaten zor alıştım,
hani nerede Pond aile fertleri? diye hala bakınıyorum, ana bir baktım birde gönderme
yapıyorlar utanmadan! Ağzınıza yüzünüze diye başlayacağım tam, bir baktım yeni
gelen ‘companion’, hadi
azıcık sevdiğimi itiraf edeceğim az kaldı, bir de enteresan olacak geçmişten
gelecek kız ‘oha, süper olabilir kiii!’ diye
seviniyorum, hoppaa bir düştü merdivenden, öldü. Allahınızı, ebenizi diye
başladım tabii ben. Ne demeye çalışıyorsun evren bana? ölecek miyim nedir
derdin? Meğer zaten ölmüş daha önce bu bebe, sezonun ilk bölümüydü yanlış
hatırlamıyorsam (bazı arkadaşlar hala bölümleri paylaşmadılar benimle de, o
yüzden burada hatırlamaya çalışıyorum!), diyorum bu kızı hatırlıyorum bir
yerlerden. Ama Doctor Who bölümlerinden birinde olacağı aklıma gelmiyor, kesin
başka bir dizide gördüm. Al sana sarsıcı acayip bir şey daha, nasıl ders
çalışsın bu bünye, boşalmış tüm enerji, yeni yakıtta vermiyor bbc, çohsağol!
neyse, döndüm dedim Downton her zaman sevinçli bitiriyor bari onu izleyeyim,
keyfim yerine gelsin! Allah gani gani belanızı vermesin! ulan, dizide en çok
sevdiğim herif, zaten zar zor birleştiler, zaten aşıklar, zaten daha önce
öldürdün ana karakterlerden birini, Alaah sizi taş etsin emi dedim. Gitti gül
gibi oğlan, hem de yeni çocuğu olmuştu. Bir de, yani, kocaman yolda zaten 2
tane araba var o zamanın İngiltere’sinde sen git çarpıştır onları. Sonunda da
öldür. Bende tabi artık ağlayacak göz möz kalmadı. Kapadım bilgisayarı, şöyle
derin bir nefes çekip, küfretmeye başladım. Uyumuşum sonra, yoruldum tabii,
ağla-gül-hüzünlen-ağla-şok ol vs vs. bünyede bir gram yaşama isteği kalmadı,
ölümlü dünya diyorum, evren diyorum ne diyorsun sen bana? Ölecek miyim yoksa?
Yok ölmeyecekmişim, daha acayip şeyler
yaşayacakmışım. Böyle daha çok soğuyacakmışım hayattan. Ona hazırlıyormuş oysa.
Hay ben senin gibi evrenin...
Arkası yarın, bekleyin beni anacım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)