Cumartesi, Mart 03, 2012

...Ayrımcılığın böylesine acımasız ve sert bir biçimde uygulandığı düşünüldüğünde, birçoğumuzun kendimizi bir şeylerden öc alırcasına mesleklerimize adamayı seçmemiz hiçte şaşırtıcı görünmüyor...Alain De Botton

Issız bir ormanın ortasında küçücük bir ev.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız.
İşte tüm "toplulukla yaşamak" ızdırabının bittiği O yerde, sessizce oturmuş, çayımı yudumluyordum.
Sabahları erken kalkmatan nefret ederdim oysa. Eskiden. Şimdi, sabah çayı için, o demlenirken yaydığı muhteşem kokusu, o demlendikten sonra mideye giden ilk sıvının dayanılmaz aroması, yeniliğin bir o kadar da eskiliğin birlikteliği, huzur.. işte ben O sabah çayı için artık adam öldürebilirim.

Teknolojiden uzak, küçücük bir radyodan eski müziklerin çaldığı, kendi kendine yetmeye çalışan bir 'ev' burası. Benim evim.
En yakın merkezden o kadar uzak ki, burada hastalansam ve ölsem, cesedimin kokusunu alacak bir insan evladının ortaya çıkması, çürümemle eş değer bir zamana denk gelebilir. Ama radyoda hep neşeli melodileri duyuyorum, ölümü pek düşünmüyorum.

Sabah kahvelerini bıraktığımdan beridir, acelesizce, istediğim şekilde yaşadığımdan beridir, hayallerimin işini yapar oldum. Kitabımı yazıyorum. kimse okumayacak biliyorum, gelmiş geçmiş en klişe kitaplardan biri bu, eminim, ama s*ktir ettim çoktan o "herkes", "kimse", "insan" zırvalıklarımı. Ben bu kitabı kendim için yazıyorum ve kimse beğenmese de umrumda değil, ben beğensem yeter. Hani şu "hiç tanımadığım kendim için yapmak zorunda olduğum bir görev" gibi başlayan artık çığrından çıkmış gövde gösterim var ya benim, işte onun tam ortasındayım. Okuduğum bir kitaptan etkilenerek aldığım bu arazinin ortasına kendi ellerimle yaklaşık bir sene de yavaş yavaş diktiğim evim, ah benim güzel evim, sonunda bana değiş tokuş yaparakta yaşanabileceğini kanıtlayan güzel evim, Sen nesneler dünyamdaki en değerli ama gözden çıkaracağım da ilk şeysin.

İnsan dünyayı gezse de kendini taşıyor içinde, öyleymiş ya da ben geç anladım bunu. Yıllarca uğraşıp "kazandığım" başarılarımdan sonra, bir tatille kaybettiğim mutlulukları bulmaya çıktım. Bulamadım. Geri dönüp çalıştığım ofiste tekrar(?) bulmaya uğraştım. Sonuçta benden beklenen her haltı yapmıştım. Evlenmek ve işte geriye kalan kısmı oynamam gerekiyordu, yalnızca. Olmadı, yapamadım. Bir gün arabamda oturmuş, müzik dinlerken, dünyanın en neşeli şarkılarında ağladığımı fark ettim. İnsan 'Eye of the Tiger' şarkısı çalarken ağlar mı? Ben baya ağladım.

Herneyse.

O gün ve devam eden bir sene boyunca, düşündüm durdum. Yanlışı nerde yapıyordum? Param, başarım, işim, apartman dairem vardı. Belki çirkindim. Bunun da çaresi vardı, aç kalarak bir süre zayıfladım, spor salonlarında yoga yapıp, iç dünyamı keşfettim (?). Sonra fark ettim. Hiç bir şey yeterli değildi. Hep daha fazlası vardı. Ve ben duramıyordum.

Bir süre, evde tek başıma oturarak, bol bol kahve içerek ve düşünürek geçirdim. Neyi düşündüğümü tam hatırlamıyorum. Ama sanırım daha çok izlediğim film ve diziler hakkındaydı. O kadar güzel dolduruyordum ki kafamı, gerçeklikten o kadar kopmuştum ki bir süre. İşe gitmeyi zar zor hatırlıyordum, gittiğimde kendimde değildim. İşin komiği o sırada başarılarımın ne kadar kısa ömürlü olduklarını fark ettim. O gözde çağlarım çürümüştü ve ben kokuyordum.
Oysa işimi seviyordum, kendimi işimle tanımlıyordum, ama nedense artık hiçbir şey yapmak istemiyordum.

Ama sonuçta ölmemiştim ve vazgeçmemiştim. Herşeyi eski rayına oturtmak istediğim anlarda oluyordu. Kendime yeni hobiler bulmaya çalışıyor, diziler ve filmeler izlemek yerine kitaplar alıyordum. Ama işe yaramıyordu, bir sonraki haftasonu yine kendimi yatağımda hiçbir şey yapmaz bir halde buluveriyordum. İşin trajik yanı, içim o kadar boştu ki, ruh halim için endişelenemiyor, geçici bir süreç olduğuna inanıyor, belli bir zaman sonunda tamamen iyileşeceğime inanıyordum. O kadar boştu ki içim. Sanki hiç bir şey doldurmayacaktı beni. Ben bir ben olamayacaktım. Bütün, huzur, işte adı herneyse.

Bu dünyanın tamamlanması için, önceleri bir adama ihtiyacım olduğunu düşündüm. Aradım, dışarı çıktım, içtim, dans ettim, ayarlamalar, hoşlanmalar, duygular, ayrılmalar, göz yaşları, kahkahalar. evet oldukça sahte bir çok duygu sarf ettim. Ama nedense O yüce tamamlayıcımı bulamadım. Beynimdeki karanlık, ya da boşluk, aydınlanmıyordu. Ben huzur bulamıyordum.
Her tanıştığım adama, farklı önemli cümleler söylüyordum. Filmlerden replikler, dizilerden öyküler, her defasında başka bir benlik yaratıyordum. Bu sayede dolduğumu fark ettim. Her yarattığım karakter beni dolduran bir insan oluyordu. Aynı uzun süre izlediğin bir dizideki karakterlerin sonunda ailen olması gibi, her yeni adamla beraber yarattığım karakterim, ben oluyordum. Artık ben neydim bilmiyordum. Eski ben neydi, Ona nasıl dönülürdü bilemiyordum. Kendi yarattığım benliğimle, kendi yazdığım dünyamda yaşar olmuştum.

Sonunda bir haftasonu, kendi yarattığım dünyamdan çıkamadım.
Issız bir ormanın ortasında küçücük bir evde uyandım.
Herşeyden uzak, herşeyden bağımsız bir şekilde yaşamaya başladım.

Hiç yorum yok: