Pazar, Ocak 06, 2013

Yeni Yıl_2


Eskiden İstanbulda yaşayanlara yapılırmış ya hani, İstanbul'a iş bakmaya, ne bileyim kaçmaya falan gelinirmiş ya hani, illa bir akraba evine gidilirmiş. O akrabanın evinde yatılır, kalkılır bir de üstüne gezdirme talep edilirmiş.

Ben diyorum, kaç yılındayız, sonuçta okumuş etmiş insanlar, zaten ben elli defa dedim ben de bilmiyorum buraları gezdiremem sizi diye, bir sorun çıkmayacak, herkes dilediği gibi takılacak. Bok. Ha babayı alırsın işte öyle.

Gelen birinin elinde, cep telefonunda, bir liste bilmem kimin bilmem kimi yollamış, şuralara gidilir buralarda yemek yenir diye, hadi buralara götür biziieeee diye hırlamaya başladı kız. Nasılda sevmiyorum bu hatunu. Al çarp ağzına sabo terlikle, olsun bitsin. Ya da tut saçından sürükle böyle metrelerce... Öyle bir gıcıklık bende ki, yani nasıl şımarık, nasıl böyle boş boş muhabbetler. Dakikalarca bok muhabbeti, cidden, bok muhabbeti, daha olmadı, sikti, taşşaktı giriyor böyle Berlinin orta yerinde suratında hınzır bir sırıtışla. Bir de yani yanında kocası var, diğer yanda ablam, bir şey de diyemiyorsun, sana düşmez. Ben böyle gerim gerim geriliyorum. Bu telefondaki listede ne bir adres var, ne bir nasıl bir yerdir var. Mesela restoranlar yazmış, ee bu nerde?, burası nasıl bir yer?, bir de bir cimriler, ne kadardır yemekleri?...
Başladım artık, mal olduğumdan, tek tek bak adreslere, googledan arat, fiyatlara bakmaya başla. Bir de kararsızlar, buluyorsun, bulmaz olaydım diye kafana kafana vurasın geliyor. Böyle böyle restoran bulduk, gittik, her yer zaten en az yarım saat, sabahtan beri dolanıyoruz malak malak, neymiş efendim alışveriş nasılmış burada, gidelim sokaklarda gezelim, burası neresi?, nereye bağlı?, nasıl fiyatlar?. Ananın amı diyorum içimden, çok affedersiniz, ama yüzümde gülücükler, ay ben de bilmiyorum şekerim, ilk geliyorum. Ama maşallah karşımdakilerin yüzü hemen asılıyor, ay sende ne asosyalsin, çık işte gez, dolaş. Yani insan biraz olsun bilir janım diyorlar. Al böyle kafalarını vur birbirlerine. Neyse ben yine de sevinçliyim, kolay mı, ablan gelmiş falan, geziyorsun. Şu orospu gelmeseydi iyiydi diyorsun falan, geçiyor. Ama bir yandan da birikiyor işte içinde. Bakıyorsun, elin devamlı telefonda, bitmese internetim falan diyorsun, ona bak buna bak çorba olmuş kafan, elinde harita o zaman şuraya dönmek lazım falan diye geveliyorsun, nasıl yorulmuşsun, böyle belin çıktı çıkacak yerinden. İki fotoğraf çekemiyorsun, elin kolun dolu, yorgunsun. İşte böyle sonlardayım sabrımın, ama bana mısın demiyorum. Cidden büyük performans sergiledim kendi çapımda bence. 4 tane İstanbul bebesi ağırlamaya çalıştım boru mu? 
Neyse ben anlatıyorum, burası böyleymiş, şurası şöyleymiş, bunlarda hiç siklemiyorlar beni. Diyorum nereye gidelim? Ya sen bak işte, fark etmez. İyi dedim ilk gün, adını beğendiyim bir yer var, rezervasyon yapılması da gerekiyor. Nasılda sevmem ara konuş, Türkiyedede beceremem zaten. Böyle iki kekelerim, ne diyecektim ben falan diye girerim mevzuya. Amk sanki kırk yıllık arkadaşımın mekanı,  ya da daha beteri, böyle nazik olmaya çalışırken, hop içimdeki Ankaralı uyanır, bu akşama 5 kişilik yer var mı LAA? diye sorarım sorumu. Yani böyle sevmem işte, rezervasyondu, yok beyaz eşya servisiyle konuşmaktı, bankadaki görevliyle, ttnet görevlisiyle konuşmaktı. Bildiğin mala bağlarım. Hayır bir de şimdi yabancı dilde konuşacağım, karşıdaki İngilizce bilmiyorsa iyice beter, Almanca yapacağım konuşmayı. Beni aldı bir terleme, bu masadaki 4 bebenin de sikinde değil Ee araa, Almanca bilen sensin. Almanca o kalkık kıçına girsin çok affedersin. Neyse dedim yiğit insan, yapabilirsin bu zorlu görevi. Aldım elime telefonu, düşünme düşünme! Açacak telefonu, hemen İngilizce biliyor musun diye sor, olsun bitsin diye kendimi telkin ediyorum. Planım buraya kadar, zaten düşünmeden yapmam lazım, yoksa elim kolum birbirine girer arayamam bile. Neyse açıldı telefon, Almanca işte melebaa, şey acaba İngilizce biliyor musunuz? dedim. Cümlem harika yani, her yani gramer kokuyor, kadın İngiliz şivesiyle tabe, bebeğem anlat derdini dedi. İşte oradan sonra, ben İngilizceyi unuttum. Yok oldu, böyle poff diye yok olma sesiniz duydum. Cümle kuruyorum ama, gramer Almancadan, kelimeler İngilizceden ama mantık Türkçeden. Kadın anlamadı en başta, ben de English 101 a döndüm, 5 kişi, rezervasyon yapmak ben, istemek ben gibi şeyler söyledim. Sonra işte 1 saate geliriz dedim, 'yani ne zaman?' diye sordu, ananın amı diyorum, çok affedersiniz, sayı ile mi veriyorsunuz bunları diyorum. Saat 7 şimdi işte, ekle bir saat amk. Neyse sonra numaramı istedi, telefon numaramı. Aha dedim sıçtık. Bende çünkü numaralar hep Türkçe... Bir de numaramı bilmiyorum, masadakilere döndüm, oğlum numaram ne benim diye, çok komik bir şey olmuş gibi hepsi yüzüme pişmiş kelle gibi bakıyorlar, neyse biri verdi numaramı. Ben başladım işte Zero, eins, five, sekiz aman eight diye. Neyse bitti konuşma ama yemin ederim 5 sene gitti ömrümden, sikeyim falan diye kapatıyorum telefonu. Aha tam karşımda bu Nişantaşı bebesi, ebesini şey ettiğimin şeysi, başladı dalga geçmeye benimle. Hani vardır ya böyle tipler, yanlış bir şey söylersin, böyle tüm dünya duyana kadar anlatırlar da anlatırlar. Başladı bu dalga geçmeye, restorana gidene kadar, ekiekeiekei ne komik saydın numaraları, ekiekieki diye, böyle yemin ediyorum, kaderrr kadeer diye gireceğim kıza saç baş, kimse alamayacak elimden. Bu diğer 4 ıslak çaputta, onlara bulaşmadığından bu hatun, yapmacık yapmacık gülüyorlar, biri de demiyor, sen konuşsaydın madem dallama diye. Bir de zaten onun listesinden bu mekan, sürüklenmişiz buraya kadar. İşte dedim kendime tanı insanları, canından çok seviyorsun, gel diye yalvarıyorsun, yanında bu dürzüleri getiriyor, bir de üstüne karşına geçmiş sana gülüyor.

Mekana geldik, gene böyle sıçmış bir Almanca İngilizce karışımı, neyse anlamadım ben kadın ne dedi Almanca, 2 defa tekrarladı, o kadar boş ki kafam, anlamıyorum artık. Bir de tedirginim amk, güya tatil yapıyoruz. Allaam diyorum, artık nolur yanlış yapmayayım, bu hatun biraz daha dalga geçerse benimle yemin billah katil olacağım. Hayır, neden takıyorum bu kadar bu hatunu diye de düşünüyorum arada sırada. Evet, yani neden sallıyorum bu kadar...

Şimdi canım bu seneler öncesine dayanan bir mevzu ama çok basit, ben böyle işte ortaokuldayım, yeni öğreniyorum İngilizceyi. Ama telaffuz desen sıfır, dallama gibiyim. Bir insan evladı da düzetmiyor beni. Kendine güven sıfır zaten, bilmiyorsun. Bir de ilkokulda hiç çalışmazdım ben, zannediyorum dil de öyle bir şey çalışmayacaksın, geçeceksin sınıfını beşlerle. Nıcık, öyle değilmiş. Benim karne bir geldi, ohh maşallah yani.

Neyse mevzumuz bu değil, ben ortaokuldayım işte, hoca da yani, Miss Tunç. Ne bu şimdi derseniz, o zamanın modası bu. Hocalara bu şekil hitap ediyoruz, soyadı işte Tunç, adını hatırlamıyorum ama zaten bilmiyor bile olabilirim. Böyle gelmiş böyle gidiyor, Miss Tunç. Şu paragrafı sen oku bakalım dedi, ben de başladım okumaya. Nasıl ezik büzüğüm ama, aha birazdan sıçacaksın diye de içimde biri devamlı dürtüyor beni, deli gibi heyecanlıyım, aha sıçazaaam diye ellerim titriyor. Böyle işte evrene mesaj yollarsan, alırsın cevabını. Ta taaa. Also ile başlayan cümleyi olduğu gibi okuma yanlışında bulundum ilk, alsooo diye. Aferin yavrum! Neyse hoca düzeltti, iki-üç kıkır kıkır güldü millet. Sonra işte ne uzun paragraf diye geçirirken içimden o muhteşem kelime geldi, okumak lazım ben de okudum. Although kelimesi rağmen anlamındaki. Ama ben onu ALDO diye okudum. Sınıftaki tüm bebeler, bir gülmeye başladılar, anaaam dersin Cem Yılmaz şov yapıyor. Yok bir de Yıldo deseydin, ahahahaha diye başladı biri. Hatırlıyorum bak bu kadar sene sonra bile kim olduğunu, şimdi çoluk çocuk babası, hiç adını zikretmeyeyim. Hala böyle kinliyim kendisine. Neyse, işte o günden beri ben böyle yabancı dilde konuşurken bir gerilirim, hiç rahat olamam. Kimseyle dalga geçmem dil mevzusunda bu yüzden, bu telaffuz sorununu nasıl çözerim diye senelerdir kafa patlatırım. Olmayınca, olmuyor ama işte. Yapacak bir şey yok...

Neyse restorana geri dönecek olursam eğer, meğer hatun Almanca paltolarınızı alayım mı? diye soruyormuş. Yemin ediyorum tek bir kelimesini bile anlamadım. Rusça falan konuştu sandım. Sonra English, pleaaseee! diye acıklı acıklı baktım yüzüne. Kadında, işte paltolarınız dedi. İçimden İyi al, neyim var neyim yok al, ne istiyorsunuz bendennn? diyorum. Artık son raddesindeyim olayların. Bir de kadın açıklama yapıyor siz Almanca devam edince, ayıp olmasın diye Almanca devam ettim, ehiehiehi diyor, ben de artık duramadım ben de devamlı dil değiştirince çorba oldu kafam, kusura kalma kardeş diyorum. Masamıza geçiyoruz.

Şimdi dakika bir gol bir, başladı bu Nişantaşı bebesi o kadar aradık, rezervasyon yaptırdık, masayı da gitmiş kapının dibinde vermiş, nıcık nıcık nıcık  diye. Aldı sazı eline kocası hakikatten yani, daha güzel yerler var aslında diye. Ben artık duymayayım diyorum, bir yandan da insan sorumlu hissediyor kendini. Aramışsın etmişsin rezervasyon yaptırmışsın, resmen kendini kahraman gibi hissediyorsun, bunlar daha baştan beğenmiyorlar. Hay diyorsun, götüm. Neyse, benim keyfim yerin dibinde ama olsun, gülüyorum. Sonra dünyam aydınlanıyor. Dünyanın en tatlı garsonlarından biri bize servis yapmaya başlıyor.

Şnitzel yemeye karar veriyoruz. Bu arada İngilizce menümüz var, mutluyum ben, oh diyorum. Ama bitmiyor tabii, İngilizce olması da bir şey değiştirmiyor. Şu ne demekmiş bir bakar mısın? Sence nasıl olur eti? gibi enteresan sorular yöneltilmeye devam ediyor bana. Yani çünkü ben Berlin-Türkiye kültür ataşesiyim, her şeyi biliyor, Berlini ezberliyorum. Nereden bileyim amk?

Ben garsonu kesiyorum kendi çapımda, işim bu artık benim, dinleme şunları diyorum kendi kendime. Sonra işte, o meşhur soru. Tuvaletlerden sorumlu Berlin milletvekili Demete sorulan en çarpıcı ve ilginç soru: tuvalet nerede Demetttt?. Ebeninkinde dememek için zor tutuyorum kendimi, ama nafile, oturuyorlar işte. Garsona sorayım diyor birileri ama, bakar mısınız? kısmı nedense gerçekleşmiyor bir türlü. Neyse ben de kesiyorum garsonumu artık duymuyorum sorulanları, bu sırada biri arkaya bakıyor geliyor, tuvalet yok orada diyor. Yani zaten büyük bir mekan değil, belki diğer taraftadır değil mi? Yok diyorum, kalkmayacağım, ben bulmayacağım. Ama sonra kartal gözlerim bir şeyi fark ediyor, bir kız tuvaleti soruyor, sonra kalkıp arka tarafa gidiyor. Ben de hiç bir şey demeden kalkıp gidiyorum kızın arkasından. Hatta tuvalette kanka oluyoruz. Çünkü tuvalet boşmuş, biz de mal gibi dışarda bekliyormuşuz... Neyse işim bitiyor dönüyorum, şurası diyorum. Ha tamam diyor, gidiyor tuvalete. Sonra diğerleri. Kısacası yol gösterici çoban bellediler beni diyorum içimden, sıçtım.

Garson abi geliyor. Ama gelmeden önceki çilem de iyi gerçekten. Ne yiyeceksin? Şarap söyleyelim bence, Şuradan bir şarap seçseneee gibi türlü türlü enteresanlıklar. Hayır işin garibi, hiç anlamam şaraptan maraptan, bilmem ne nedir, neden öyledir. İlgilenmem de. Seçerim işte adına göre, ismi güzelse, kendi de güzeldir benim mottom. Neyse böyle geyik bir şey seçtim bende. Bu güzeldir belki dedim. İyi dediler.

O anlarda, hayatımın aşkı, kurtarıcı meleğim ilan ettiğim garson kardeşimiz geliyor. Siparişleri alıyor bir bir. Sonra şaraba geliyor sıra, bakıyorum herkes bana bakıyor. Haydi soor, sor gibi bir bakış. ‘Haydi bismillah diyorum ve direkt giriyorum mevzuya. Bize bir şarap tavsiye edebilir misiniz? Demez olaydım. Gül gibi koca adayım ellerimden kayıyor çünkü. Gözümde adam eli sopalı bir polise dönüşüyor resmen. Adamda bir sorular, yok şöyle mi olsun böyle mi, şu şekiller var böyle mi istersiniz?’. Yani diyorum şarap imal etmeyeceğim, tavukla giden bir şey olsun. Tamam diyor ama işte şu mu şu mu olsun. Bakıyorum malak gibi suratına. Az bekle diyor bana, gidiyor. Sonra geri geliyor. Tabii bu sırada bizimkiler, ha dediği işte bir şarap adı, şunu demek istedi diye bilgilendiriyorlar beni. Amk, madem biliyorsun desene şöyle olsun diye. Ne yani derdin, gelecekteki sevgilimle neden arama giriyorsun. Neyse, getirdi bana şarabı, bir içtim. Evet cidden şaraplar birbirinden farklı oluyormuş dedim. Bir de getirenden midir nedir, tadı bir güzel. Tamam dedim bu olsun, süper gerçekten. Sonra bu gitti. Gitmesiyle, masadakiler bana bir döndüler. Ben aşığım o an yalnız dikkatinizi çekerim, adam bana özel şarap falan tattırıyor, alışık değilim böyle muameleye. Genelde biriyle dışarı çıktığımda, görünmez insan olurum, kimse de sallamaz beni. Böyle olunca, ben tabii hemen aşık oldum garsonuma.

Masadakilerde bana dönüp çok güzelde, fiyatını sormadın, ya kazıklarlarsa bizi?, Zaten pahalı bir mekan burası, yemek fiyatlarına baksana dediler. Ben tabii, çok üzüldüm. Yani çünkü, böyle göz göze bakıyorsun biriyle, beğeniyorsun bir şeyi, fiyatını sormak aklına gelmiyor. Bir de şarap eksperi değilim ama, beğenmişim şarabı. Ben de üzülünce böyle, işte toparlamaya çalışıyorlar burası Türkiye değil ya, kazıklamazlar bizi neden kazıklasınlar gibi. Ben de duramıyorum, benim aklıma gelmedi o sırada. Madem sizin geldi, siz neden sormadınız? diye. Tabii cevap yok buna. Sonra zaten aşağı yukarı aynı fiyatları diyorum. Doğrucu başılar hemen hayııır, baya pahalılar da var arkada, keşke ilk beğendiğini söyleyi verseydin diyorlar. Kabus gibi. Uyanmak istiyorum artık.

Neyse, bendeki cevvallik işte. Tekrar çağırıyorum garsonumu. Sorayım fiyatını diyorum masadakilere. Bu seferde yok be, ne soracaksın, kazıklanacaksak kazıklanırız diyorlar. Ne emmeye ne gömmeye kısacası. Başım çatlayacak artık. Nereye düştüm ben.

Garson geliyor sonra. Ben de iki dirhem ezile büzüle Almanca soruyorum soruyu. Ya ben unuttum sormayı da, ne kaadaa acaba bu şarabın fiyatı? diye. Meğer yanlış kurmuşum cümleyi, adam başka türlü söylüyor. Sonrada anlıyor, orada öleceğimi. Tüm masaya dönüp, İngilizce gayet kibar bir şekilde fiyatını söylüyor şarabın. Ortalama bir şey zaten. Kazıklamıyorlar bizi orada. Sonra garson gidiyor. Bunlar başlıyorlar ben dedim kazıklamazlar diye, sormasaydık iyiydi demeye.
Şarabımız geliyor, garson açıklıyor bir güzel. Bu ismi, bu tarihi, bu nerden geldiği, işte burası güzel bir yer vs. vs. diye. Hmm mmm diye tepki veriyorum kendisine, ama utanmasam o gazla sevgilin var mı? diye soracağım. Sonra bu şirin bebe, 'buranın şaraplarını mı bilmiyorsunuz, yoksa genel olarak mı şarapları bilmiyorsunuz' diye soruyor. Ben de işte şaşkaloz, ya ben bilmem şarapları, yani genel olarak çok şarap insanı değilim diyorum. Bu da diyor, bende Almanyanın şurasındanım (hatırlamıyorum neresi olduğunu) bizde bira ve votka içeriz. Ben de pek bilmem. Ay canım diyorum, benimle evlenir misin?

Yemeklerimiz geliyor, başlıyoruz yemeye. Kocaman tavuk önümüzdeki, 500 gr et resmen. Ablam yemiyor yemeğini. Çünkü vejetaryen olmaya gönül verdi son dönemlerde. Buna takıyor Nişantaşılı bebe. Ablama oynuyor. O da bir şey demiyor. Ben de keşke başka bir şey isteseydin diyorum. Ya yedim işte, bana niye oynuyorsunuz şimdi diye cevap veriyor. İyi diyorum, hayatında başarılar dilerim.

Çıkarken mekandan, bizim garsona iyi seneler diliyorum. Benim olsan keşke diye de içimden mırıldanıyorum. O da açmış kocaman gözlerini, size de, mutlu seneler diyor. Ah diyorum, ne seneler ne seneler.

Maceram yeni başlıyormuş, bugün Pazar ve yarın iş güç var. Çalışmadım hiç ve hala yorgunluğumu üstümden atamadım. Anlatacağım daha bir sürü ıvır gıvır var. Ve nedense cidden anlatmak istiyorum, heyecan yaptım resmen. Yakında gene yazarım, bekleyin beni anacım.



Hiç yorum yok: