Bugün günlerden Cumartesi, bir haftanın
yorgunluğu var üzerimde. Hala atamadım ve atlatamadım tam olarak. Ne yeni
yılmış arkadaş?!
2012 üzerimden tren gibi gelip geçti. Önce
uzun süre bir bekleme dönemi yaşadım. Her an gözüm e-mailimde. Her 10 dakikada
bir e-mail’imi kontrol ettim. Baya uzun bir süre,
resmen altı aydan uzun. Bu dönem içerisinde poliploidi ile ilgili sunum
hazırladım, sunumu sunmadan önceki gün bel fıtığı oldum, sunumu yapıp doktora
gittim, sonra rapor aldım. Raporu okula götüreceğim gün, sınav gözetmenliğimi
kaçırmayayım, uyuz hoca kaprisi çekmeyeyim dedim, keşke gitmeseymişim. Hayatın tokadını
ağzımda hissettim. Bana hala gıcık kapan hocadan herkesin önünde haksız yere
azar yedim, üstüne yetmedi, dost kazığı yediğimi hissettim. Uzun bir süre
ağlamamak için laboratuvar boyunca yürüdüm, yürüdüm ve kendime söz verdim, her
ne olursa olsun artık yeter! Artık haksızlığa uğrayarak yaşamak istemiyorum! Her
bokun sorumlusu ilan edilip, azarı ben yemek istemiyorum!
Uzun bir süre ağladım tabii bu duruma,
kızdım, sinirlendim, beddualar ettim. Sonra hepsi geldiği yere geri döndü, yani
bana... Yani bu saydıklarım daha 2012’nin başıymış arkadaş!
Beklemek zor bir kelimeymiş, eylemi ise
bambaşka. Hem hayata devam etmek istemiyorsun, hem zorundasın, hem bağlanmak
istemiyorsun hiçbir şeye, hem de her şey gün geçtikçe daha cazip geliyor.
Arkadaşlıklar kuruyorsun, bir bakıyorsun dostluklar olmuşlar. Birinden
hoşlanıyorsun, bir bakıyorsun sevginden boğulacaksın.
Sonra haber geliyor, bekleme anları
bitiyor ve gerçek oluyor hayallerin. Ama saklamak zorundasın, gizli yaşamak
zorundasın. Senin için sevinen insanları görüyorsun etrafında, seni özleyecek
insanları, ve elbette özleyeceğin insanları. Seninle gurur duyan bir ebeveynin
olması mesela, hayatta paha biçilebilecek bir duygu değil. Senden daha çok
sevinmiş, seninle gurur duyan bir anne. Öyle kolay değil...
Sonra ama gideceğin için seni suçlayan,
sevincini bencilce kendini düşündürterek hüzne dönüştüren soğuk telefon
konuşmaları yapmak, ‘neden gidiyorsun ki?’cümlelerini
tekrar tekrar duymak, yorucu oluyor. Hayat gibi bir ileri bir geri gidip
geliyorsun. Hüzün, sevinç, gurur, heyecan, korku hepsi aynı pakette. Bir
açıyorsun, hepsi yüzünde patlıyor.
Sonra, vize işlemleri, sıkıştırılmış veda
halleri, gidişine verilen geceleri organize etme çabaların, gene bir hüzün
içindeki. Gelmeyenler için, yaptığın onca gayreti harcayan arkadaşlar için,
duygularını gizlemek için ve gecenin sonunda aslında hiç ummadığın insanlarla
bir arada kalmışlığın yabancı hissi için, gözlerinde oluşan ufacık bir yaş.
Kimsenin görmediği, kimseye hitap etmeyen...
Dedemin göçüp gitmesi. Her daim
çalışkanlığına gıpta ettiğin adamın, bir hastane odasında, bir başına hayata
veda etmesi. Cenazeye yetişememek, onu son kez görememek... Hoş, artık
tanımıyordu beni, unutulup gitmiştim anılarından. Ankara’daki
öğretmen torunuydum ben, evlendirmek için çabalamasına gerek duymadığı, ve
nedense anlattığı şeyleri dinlediğimi bildiğinden sanırım, hep farklı hikayeler
anlattığı torunuydum. Değildim belki, bilmiyorum. Ama işte insan bazen
birilerinin hayatında özel olmak istiyor. Dedem, tuhaf ve özel bir adamdı
bence. Çok çektirdiği için her birimize, daha çok, kötü taraflarını görüyorduk
hayattayken. Ama sonra, çocuklaştığında, ben nedense hep, o hikayeleri anlatan
adamı gördüm gözlerinde. Hayatın zorluklarını aştığı için kendiyle gurur duyan
ve başkasının onunla gurur duyup-duymamasını ya da Onunla hem fikir
olup-olmadığına aldırış etmeden bildiğini okuyan adam. Beraber yaşaması zordu,
ama Ondan öğrenilecek çok şey vardı. Hikayelerinin bir kısmını kalbime gömdüm,
ve dedim, doktoramı bitirebilirsem dede, bu da benim hikayem ya hani, zor ya
hani, benden beklenmeyen bir performans ya hani ve sonunda evde kalmamı
garantileyecek ya hani, hah! o yüzden işte, bu tezi sana ithaf edeceğim...
Sonra, Ankara. Evin, yuvan. İşte bu yuvayı
boşaltmak. Bağlanmadığın dediğin onca eşyadan kopmaya çalışmak, yeni hayatın
için aralarından seçim yapmaya çalışmak... Son günlerini eşya toplayarak, stres
içinde birilerine dert anlatmaya çalışarak geçirmek. Aniden gelen anne, anneanne
ve kuzen... Son Ankara günlerinde rehberlik yapmak, Onlara yüklenmeden,
taşınmaya çalışmak; bu arada kaçamaklar yapmak, kalbini ve ruhunu başka birine
açmak. Aniden göçüp giden bir baba, aniden ev arkadaşım oluveren sonra yine
aniden dostum oluveren, ablam Fatma. Öyle ortada kalıveren Fatma. İşte
eşyalarını paylaşmak onunla, yeni hayatını kurarken sende kalan son akıl
kırıntılarını paylaşmak. Haddin olmayarak karışmak, bulaşmak kararlarına. Sonra
bilmek işte, senin hayatın olan, her köşesinde senden bir anı olan o eşyaları
başkasına verirken bir gram pişmanlık duymamak. Bilmek işte, o eşyaların sana
yuva kurması gibi, canın kadar sevdiğin birine de yuva kurmasında yardımcı
olmak. O eşyalar adeta, benimle olan döngüsünü tamamlayan ve reenkarnasyona
uğrayan hayat parçacıkları. Şimdi güvenli ellerdeler, içim rahat...
Okulu odanı toplamak, her şeyin bir yığın
olduğu kutulara mal mal bakmak. Yedi koca sene sonunda aynı geldiğin gibi
yalnız başına doldurmak, boşaltmak...
Ama işte,
Bana hayatım boyunca en çok şey öğreten
varlığa, elveda demek. Kediyi gömmek.
Yine tek başına bir veteriner kliniğinde
gözlerini yuman o minnacık, kalbimin yarısını kaybetmek. Varlığını, sevdiğim
kimsenin istemediği, bir yuva veremediğim ama beni yumuşatan, sakinleştiren,
vahşiliğimi gösteren, sabrımı genişleten muhteşem yaratık. Şimdi Yüzüncü Yıl’da bir
yerlerde toprak oldu. Ölüm tarihini sildim aklımdan ama doğum tarihi 29 Mayıs
kalbimde bir umut.
Ankara’da
kalp kırıklıkları. Beklemek, yolcu etmek, yolcu edilmek. Çılgınlar gibi,
hönküre höküre ağlamak. Ağladığını gizlemek zorunda olmadığın dostlara sahip
olduğunu bilmenin verdiği o muhteşem duygu. Her güzel şey ile birlikte gelen o
korkunç şeyler. İyi ve kötü hep etrafında. Hep içiçe. Ama insan yaşarken o ‘anı’, sadece
birini görebiliyor. Ya iyi ya da kötü oluyor o gün. Oysa değil, hep gri
günler...
Ankara’dan
ayrılmak, İstanbul’dan ayrılmak. Sonra acı vatan Almanya.
Yeniden Almanca, yeniden başarısızlıklar, yepyeni bir yalnızlık, olağanüstü
çeşitlilikte insanlar, kültürler, diller. Adaptasyonda sıçışlar, kaybolan
zaman, internet başında saatlerce beklemek, kavga etmek, teknolojinin içinde
iletişimden yoksunluk, ilgiye açken, ilgisizlik ve ayrılık. Uzun süre boşluğa
bakma ama sonra terlikli bir fotoğrafa saatlerce gülmek ve bisiklete binmek.
Yeniden bedenin özgür kalması, coşku ama hep bir hüzün. Ruhun can çekişleri.
Ama adaptasyon. Ama gene taşınma, güle güle Göttingen, Almanya’daki
memleketim.
Ve beklenen Berlin. Koskoca şehir, adamı
yutuveren toplu taşıma ve elbette eşşek ölüsü gibi valizler. Gene ‘bir
daha kitap almayacağım’ diye hayıflanmalar. Yuva gibi gelmeyen
bir ev. Karanlık, pis. Ama işte, insan her şeye ne çabuk alışıyor, İKEA’dan
alınan ihtiyaçlarla ne de çabuk renkleniyor. Bir çırpıda beni yansıtmaya
başlayan bir odalık ev. İnternetsiz, sessiz ve elbette yetersiz ve güneşsiz.
Ama işte yuva burası. Yeni yatağım, rengarenk nevresimlerim, kaskatı yastığım
ve yazlık pijamalarım. Temizlik, evet evet o hiç bitemeyen temizlik. Toplanan
halılar, soğuk zemin ama çiçek gibi bir ev. İçilen il şarap, yenen ilk yemek,
sabaha kadar süren ilk sohbetler...
Üniversiteye yazılma, korkutan vize
işlemleri, tuhaf biçimde biten Bonn seyahati. Çırpınan bir kalp, kararsızlık ve
tatminsizlik. ‘Ulan ben ne yapçam!?’ diye
okunması gereken, sonu gelmeyen ‘amk, amk, amk’. Gene
de hep bir umut, işte fakirin ekmeği o hep bir ‘umut’.
Sonraya itilmesi gereken işler, duygular.
Enstitüde laboratuvara ilk girişimde
cidden bir rahatlama hissettim. Sonunda hayal ettiğim, beni tatmin edecek
çalışmalara başlayabilecektim. Tabii ki umduğum gibi olmadı çalışmaların
temposu, ama PCR’a örnekler koyup sonuçları aldığında
insan, ulan sanki çocuğu olmuş gibi seviniyor. Yaptım diyorsun, mutfakta
meyveli keki keşfettim. Böyle garip anlatılması güç bir duygu silsilesi. İşte
tam bu dönemlerde yaşadığım ilk heyecanlar, bir yandan çalıştığım gruba
alışmada yaşadığım zorluklar, yalnızlık ve yeni şehir öyle zor geldi ki bana.
Yani zor değil belki, daha çok yorgunluk. Gelmişiz bir yılın sonuna, tatil
yapmamışım 2 senedir, artık bünye ‘abi noluyo ya?’ diye
teklemeye başlıyor. Saçma sapan ağlama krizleri, ‘bunalım
gibi ama değil gibi’ bir dizi izleme seansları. Sonra gene
ağlama krizleri. Makale okuma delisi olan bende kitap açma isteğinin sönmesi,
hep bir erteleme gereksinimi. ‘Aman yarabbim, ölüyorum bana bir tatil’.
İşte asıl anlatmak istediğim kısım. Resmen
yukardan birileri bana al sana tatil yapıyor ‘nah’
şeklinde. İlk olarak yattığım ve yataktan kalkmak istemediğim bir süreçle
başladı her şey. Ama elbette dayanılması çok güç bir vicdan azabıyla beraber
geldi bu yatak keyifleri. Nasıl bir ikilemse, sen ‘tatilde
yaparım yeaaa’ diye her şeyi tatile ertele, sonra
tatilde dinlencem ulan de, sonra gel o aynı tatilde ikisini bir arada yapmaya
çalış. Olmuyor işte, tembel yanın ağır basıyor. Bir de şöyle bir şey var
elbette, bir süre sonra cidden pilin bitiyor. Bu zaten bilimsel bir şeymiş. ‘Youtube’un
yalancısıyım valla, öyle diyor.
Efendim, insan sürekli kendine gaz vererek
başlıyor ya işe, işte devamlı bunu pompaladıkça bünyeye, ama çalışma bir
devamlılık arz edemedikçe, işler arasında kalıyor insan. O yüzden devamlı bir
gaz verme hali geliyor bünyeye. Kendi kendine gaz verme diyelim buna bundan
sonra. Ha işte bu da, psikolojik bir şey sonuçta ama enerji gerektiren bir durum.
Çünkü koca amigdalana karşı geliyorsun, tembel tarafını devamlı yenmeye
zorluyorsun bünyeni. İşte bu enerji, aynı deprem hatları gibi enerji birikmesi
yaratıyor bünyede, birikiyor, birikiyor, sonra osuruk gibi çıkıyor beyninden.
Bir bakıyorsun, hiç bir şeyi sallamayan bir insan olmuşsun, bomboşsun,
tükenmişsin. Böyle egon yerlerde, taa en derinlerde, kendini aşağılasan bile
bana mısın demeyen bir şey. Hah işte ben buna dibe vurma diyorum. Böyle
zorluyorsun zorluyorsun, uçacağım sanıyorsun, sonra hooooop kafa üstü
çakılıyorsun. Sanırım bana da böyle oldu bu dönemde. Sikerim ulan hayatı dedim,
başladım dizi izlemeye...
Yalnız şunu da belirtmek isterim ki
aslında izlediğim diziler genelde beni gaza getiren neşeli dizilerdir. Böyle o
zelzeleleri indükleyen, gülerken düşündüren, sonra kafam boşaldığından tazecik
yeniden başlama azmi veren dizilerdir. Ha ne lan bu diziler derseniz, bu
kişisel bir durum bence, sizde işe yaramayabilir (tabii bunu okuyan bir siz kısmısı
varsa orada). Neyse, benim için bu Doctor Who, Merlin, Downton Abbey, Big bang,
HIMYM, Supernatural gibi abuk sabuk şeyler işte. Hani klasikleri ve biten
dizileri saymadım, onları biliyorum ya hani sürpriz olmuyor bana. Çünkü şuna
bağlayacağım, başladım bu dizilerin son bölümlerini açmaya. Bu noel tatili
yüzünden biliyorum BBC falan özel bölümler yayımlayacak. İzlemez olaydım
anacım, içimde kalan üç beş sevinç kırıntıları da öldü bitti resmen. Meğer
Merlin tamamen bitiyormuş, nereden bileyim?! Dizinin asıl adamı, canım,
yiğidim, böyle yaşama nedenim Arthur’u bir öldürdüler yemin ediyorum, ağlarken
ciğerim sökülecek sandım. Allahım dedim benden ne istiyorsun, şurada neşelenmek
istedim alt tarafı nedir yani?! Yapsınlar şurada 15 sezon Merlin, izlenir yani.
Sihir, kötü kadın, kazanan iyiler, BroRomance, böyle bir alçak gönüllük... Sen
dur sonra, ilk Noel’imde öldür Arthurcuğumu. Ciğerim yandı be.
Tabii ders çalışamadım tüm gün. Sonra bari Doctorcuğumu izleyeyim dedim.
Yakında dövmesini yaptıracağım diyorum, ulan! bu diziye ne olmuş! Tardis
değişmiş, peehh leş bişi olmuş! Resmen gitmişti benim takım, zaten zor alıştım,
hani nerede Pond aile fertleri? diye hala bakınıyorum, ana bir baktım birde gönderme
yapıyorlar utanmadan! Ağzınıza yüzünüze diye başlayacağım tam, bir baktım yeni
gelen ‘companion’, hadi
azıcık sevdiğimi itiraf edeceğim az kaldı, bir de enteresan olacak geçmişten
gelecek kız ‘oha, süper olabilir kiii!’ diye
seviniyorum, hoppaa bir düştü merdivenden, öldü. Allahınızı, ebenizi diye
başladım tabii ben. Ne demeye çalışıyorsun evren bana? ölecek miyim nedir
derdin? Meğer zaten ölmüş daha önce bu bebe, sezonun ilk bölümüydü yanlış
hatırlamıyorsam (bazı arkadaşlar hala bölümleri paylaşmadılar benimle de, o
yüzden burada hatırlamaya çalışıyorum!), diyorum bu kızı hatırlıyorum bir
yerlerden. Ama Doctor Who bölümlerinden birinde olacağı aklıma gelmiyor, kesin
başka bir dizide gördüm. Al sana sarsıcı acayip bir şey daha, nasıl ders
çalışsın bu bünye, boşalmış tüm enerji, yeni yakıtta vermiyor bbc, çohsağol!
neyse, döndüm dedim Downton her zaman sevinçli bitiriyor bari onu izleyeyim,
keyfim yerine gelsin! Allah gani gani belanızı vermesin! ulan, dizide en çok
sevdiğim herif, zaten zar zor birleştiler, zaten aşıklar, zaten daha önce
öldürdün ana karakterlerden birini, Alaah sizi taş etsin emi dedim. Gitti gül
gibi oğlan, hem de yeni çocuğu olmuştu. Bir de, yani, kocaman yolda zaten 2
tane araba var o zamanın İngiltere’sinde sen git çarpıştır onları. Sonunda da
öldür. Bende tabi artık ağlayacak göz möz kalmadı. Kapadım bilgisayarı, şöyle
derin bir nefes çekip, küfretmeye başladım. Uyumuşum sonra, yoruldum tabii,
ağla-gül-hüzünlen-ağla-şok ol vs vs. bünyede bir gram yaşama isteği kalmadı,
ölümlü dünya diyorum, evren diyorum ne diyorsun sen bana? Ölecek miyim yoksa?
Yok ölmeyecekmişim, daha acayip şeyler
yaşayacakmışım. Böyle daha çok soğuyacakmışım hayattan. Ona hazırlıyormuş oysa.
Hay ben senin gibi evrenin...
Arkası yarın, bekleyin beni anacım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder