Pazar, Ocak 06, 2013

Yeni yıl_1


Bugün günlerden Cumartesi, bir haftanın yorgunluğu var üzerimde. Hala atamadım ve atlatamadım tam olarak. Ne yeni yılmış arkadaş?!

2012 üzerimden tren gibi gelip geçti. Önce uzun süre bir bekleme dönemi yaşadım. Her an gözüm e-mailimde. Her 10 dakikada bir e-mailimi kontrol ettim. Baya uzun bir süre, resmen altı aydan uzun. Bu dönem içerisinde poliploidi ile ilgili sunum hazırladım, sunumu sunmadan önceki gün bel fıtığı oldum, sunumu yapıp doktora gittim, sonra rapor aldım. Raporu okula götüreceğim gün, sınav gözetmenliğimi kaçırmayayım, uyuz hoca kaprisi çekmeyeyim dedim, keşke gitmeseymişim. Hayatın tokadını ağzımda hissettim. Bana hala gıcık kapan hocadan herkesin önünde haksız yere azar yedim, üstüne yetmedi, dost kazığı yediğimi hissettim. Uzun bir süre ağlamamak için laboratuvar boyunca yürüdüm, yürüdüm ve kendime söz verdim, her ne olursa olsun artık yeter! Artık haksızlığa uğrayarak yaşamak istemiyorum! Her bokun sorumlusu ilan edilip, azarı ben yemek istemiyorum!

Uzun bir süre ağladım tabii bu duruma, kızdım, sinirlendim, beddualar ettim. Sonra hepsi geldiği yere geri döndü, yani bana... Yani bu saydıklarım daha 2012nin başıymış arkadaş!


Beklemek zor bir kelimeymiş, eylemi ise bambaşka. Hem hayata devam etmek istemiyorsun, hem zorundasın, hem bağlanmak istemiyorsun hiçbir şeye, hem de her şey gün geçtikçe daha cazip geliyor. Arkadaşlıklar kuruyorsun, bir bakıyorsun dostluklar olmuşlar. Birinden hoşlanıyorsun, bir bakıyorsun sevginden boğulacaksın.

Sonra haber geliyor, bekleme anları bitiyor ve gerçek oluyor hayallerin. Ama saklamak zorundasın, gizli yaşamak zorundasın. Senin için sevinen insanları görüyorsun etrafında, seni özleyecek insanları, ve elbette özleyeceğin insanları. Seninle gurur duyan bir ebeveynin olması mesela, hayatta paha biçilebilecek bir duygu değil. Senden daha çok sevinmiş, seninle gurur duyan bir anne. Öyle kolay değil...

Sonra ama gideceğin için seni suçlayan, sevincini bencilce kendini düşündürterek hüzne dönüştüren soğuk telefon konuşmaları yapmak, neden gidiyorsun ki?cümlelerini tekrar tekrar duymak, yorucu oluyor. Hayat gibi bir ileri bir geri gidip geliyorsun. Hüzün, sevinç, gurur, heyecan, korku hepsi aynı pakette. Bir açıyorsun, hepsi yüzünde patlıyor.

Sonra, vize işlemleri, sıkıştırılmış veda halleri, gidişine verilen geceleri organize etme çabaların, gene bir hüzün içindeki. Gelmeyenler için, yaptığın onca gayreti harcayan arkadaşlar için, duygularını gizlemek için ve gecenin sonunda aslında hiç ummadığın insanlarla bir arada kalmışlığın yabancı hissi için, gözlerinde oluşan ufacık bir yaş. Kimsenin görmediği, kimseye hitap etmeyen...

Dedemin göçüp gitmesi. Her daim çalışkanlığına gıpta ettiğin adamın, bir hastane odasında, bir başına hayata veda etmesi. Cenazeye yetişememek, onu son kez görememek... Hoş, artık tanımıyordu beni, unutulup gitmiştim anılarından. Ankaradaki öğretmen torunuydum ben, evlendirmek için çabalamasına gerek duymadığı, ve nedense anlattığı şeyleri dinlediğimi bildiğinden sanırım, hep farklı hikayeler anlattığı torunuydum. Değildim belki, bilmiyorum. Ama işte insan bazen birilerinin hayatında özel olmak istiyor. Dedem, tuhaf ve özel bir adamdı bence. Çok çektirdiği için her birimize, daha çok, kötü taraflarını görüyorduk hayattayken. Ama sonra, çocuklaştığında, ben nedense hep, o hikayeleri anlatan adamı gördüm gözlerinde. Hayatın zorluklarını aştığı için kendiyle gurur duyan ve başkasının onunla gurur duyup-duymamasını ya da Onunla hem fikir olup-olmadığına aldırış etmeden bildiğini okuyan adam. Beraber yaşaması zordu, ama Ondan öğrenilecek çok şey vardı. Hikayelerinin bir kısmını kalbime gömdüm, ve dedim, doktoramı bitirebilirsem dede, bu da benim hikayem ya hani, zor ya hani, benden beklenmeyen bir performans ya hani ve sonunda evde kalmamı garantileyecek ya hani, hah! o yüzden işte, bu tezi sana ithaf edeceğim...

Sonra, Ankara. Evin, yuvan. İşte bu yuvayı boşaltmak. Bağlanmadığın dediğin onca eşyadan kopmaya çalışmak, yeni hayatın için aralarından seçim yapmaya çalışmak... Son günlerini eşya toplayarak, stres içinde birilerine dert anlatmaya çalışarak geçirmek. Aniden gelen anne, anneanne ve kuzen... Son Ankara günlerinde rehberlik yapmak, Onlara yüklenmeden, taşınmaya çalışmak; bu arada kaçamaklar yapmak, kalbini ve ruhunu başka birine açmak. Aniden göçüp giden bir baba, aniden ev arkadaşım oluveren sonra yine aniden dostum oluveren, ablam Fatma. Öyle ortada kalıveren Fatma. İşte eşyalarını paylaşmak onunla, yeni hayatını kurarken sende kalan son akıl kırıntılarını paylaşmak. Haddin olmayarak karışmak, bulaşmak kararlarına. Sonra bilmek işte, senin hayatın olan, her köşesinde senden bir anı olan o eşyaları başkasına verirken bir gram pişmanlık duymamak. Bilmek işte, o eşyaların sana yuva kurması gibi, canın kadar sevdiğin birine de yuva kurmasında yardımcı olmak. O eşyalar adeta, benimle olan döngüsünü tamamlayan ve reenkarnasyona uğrayan hayat parçacıkları. Şimdi güvenli ellerdeler, içim rahat...

Okulu odanı toplamak, her şeyin bir yığın olduğu kutulara mal mal bakmak. Yedi koca sene sonunda aynı geldiğin gibi yalnız başına doldurmak, boşaltmak...

Ama işte,

Bana hayatım boyunca en çok şey öğreten varlığa, elveda demek. Kediyi gömmek.

Yine tek başına bir veteriner kliniğinde gözlerini yuman o minnacık, kalbimin yarısını kaybetmek. Varlığını, sevdiğim kimsenin istemediği, bir yuva veremediğim ama beni yumuşatan, sakinleştiren, vahşiliğimi gösteren, sabrımı genişleten muhteşem yaratık. Şimdi Yüzüncü Yılda bir yerlerde toprak oldu. Ölüm tarihini sildim aklımdan ama doğum tarihi 29 Mayıs kalbimde bir umut.

Ankarada kalp kırıklıkları. Beklemek, yolcu etmek, yolcu edilmek. Çılgınlar gibi, hönküre höküre ağlamak. Ağladığını gizlemek zorunda olmadığın dostlara sahip olduğunu bilmenin verdiği o muhteşem duygu. Her güzel şey ile birlikte gelen o korkunç şeyler. İyi ve kötü hep etrafında. Hep içiçe. Ama insan yaşarken o anı, sadece birini görebiliyor. Ya iyi ya da kötü oluyor o gün. Oysa değil, hep gri günler...

Ankaradan ayrılmak, İstanbuldan ayrılmak. Sonra acı vatan Almanya. Yeniden Almanca, yeniden başarısızlıklar, yepyeni bir yalnızlık, olağanüstü çeşitlilikte insanlar, kültürler, diller. Adaptasyonda sıçışlar, kaybolan zaman, internet başında saatlerce beklemek, kavga etmek, teknolojinin içinde iletişimden yoksunluk, ilgiye açken, ilgisizlik ve ayrılık. Uzun süre boşluğa bakma ama sonra terlikli bir fotoğrafa saatlerce gülmek ve bisiklete binmek. Yeniden bedenin özgür kalması, coşku ama hep bir hüzün. Ruhun can çekişleri. Ama adaptasyon. Ama gene taşınma, güle güle Göttingen, Almanyadaki memleketim.

Ve beklenen Berlin. Koskoca şehir, adamı yutuveren toplu taşıma ve elbette eşşek ölüsü gibi valizler. Gene bir daha kitap almayacağım diye hayıflanmalar. Yuva gibi gelmeyen bir ev. Karanlık, pis. Ama işte, insan her şeye ne çabuk alışıyor, İKEAdan alınan ihtiyaçlarla ne de çabuk renkleniyor. Bir çırpıda beni yansıtmaya başlayan bir odalık ev. İnternetsiz, sessiz ve elbette yetersiz ve güneşsiz. Ama işte yuva burası. Yeni yatağım, rengarenk nevresimlerim, kaskatı yastığım ve yazlık pijamalarım. Temizlik, evet evet o hiç bitemeyen temizlik. Toplanan halılar, soğuk zemin ama çiçek gibi bir ev. İçilen il şarap, yenen ilk yemek, sabaha kadar süren ilk sohbetler...

Üniversiteye yazılma, korkutan vize işlemleri, tuhaf biçimde biten Bonn seyahati. Çırpınan bir kalp, kararsızlık ve tatminsizlik. Ulan ben ne yapçam!? diye okunması gereken, sonu gelmeyen amk, amk, amk. Gene de hep bir umut, işte fakirin ekmeği o hep bir umut. Sonraya itilmesi gereken işler, duygular.

Enstitüde laboratuvara ilk girişimde cidden bir rahatlama hissettim. Sonunda hayal ettiğim, beni tatmin edecek çalışmalara başlayabilecektim. Tabii ki umduğum gibi olmadı çalışmaların temposu, ama PCRa örnekler koyup sonuçları aldığında insan, ulan sanki çocuğu olmuş gibi seviniyor. Yaptım diyorsun, mutfakta meyveli keki keşfettim. Böyle garip anlatılması güç bir duygu silsilesi. İşte tam bu dönemlerde yaşadığım ilk heyecanlar, bir yandan çalıştığım gruba alışmada yaşadığım zorluklar, yalnızlık ve yeni şehir öyle zor geldi ki bana. Yani zor değil belki, daha çok yorgunluk. Gelmişiz bir yılın sonuna, tatil yapmamışım 2 senedir, artık bünye abi noluyo ya? diye teklemeye başlıyor. Saçma sapan ağlama krizleri, bunalım gibi ama değil gibi bir dizi izleme seansları. Sonra gene ağlama krizleri. Makale okuma delisi olan bende kitap açma isteğinin sönmesi, hep bir erteleme gereksinimi. Aman yarabbim, ölüyorum bana bir tatil.

İşte asıl anlatmak istediğim kısım. Resmen yukardan birileri bana al sana tatil yapıyor nah şeklinde. İlk olarak yattığım ve yataktan kalkmak istemediğim bir süreçle başladı her şey. Ama elbette dayanılması çok güç bir vicdan azabıyla beraber geldi bu yatak keyifleri. Nasıl bir ikilemse, sen tatilde yaparım yeaaa diye her şeyi tatile ertele, sonra tatilde dinlencem ulan de, sonra gel o aynı tatilde ikisini bir arada yapmaya çalış. Olmuyor işte, tembel yanın ağır basıyor. Bir de şöyle bir şey var elbette, bir süre sonra cidden pilin bitiyor. Bu zaten bilimsel bir şeymiş. Youtubeun yalancısıyım valla, öyle diyor.
Efendim, insan sürekli kendine gaz vererek başlıyor ya işe, işte devamlı bunu pompaladıkça bünyeye, ama çalışma bir devamlılık arz edemedikçe, işler arasında kalıyor insan. O yüzden devamlı bir gaz verme hali geliyor bünyeye. Kendi kendine gaz verme diyelim buna bundan sonra. Ha işte bu da, psikolojik bir şey sonuçta ama enerji gerektiren bir durum. Çünkü koca amigdalana karşı geliyorsun, tembel tarafını devamlı yenmeye zorluyorsun bünyeni. İşte bu enerji, aynı deprem hatları gibi enerji birikmesi yaratıyor bünyede, birikiyor, birikiyor, sonra osuruk gibi çıkıyor beyninden. Bir bakıyorsun, hiç bir şeyi sallamayan bir insan olmuşsun, bomboşsun, tükenmişsin. Böyle egon yerlerde, taa en derinlerde, kendini aşağılasan bile bana mısın demeyen bir şey. Hah işte ben buna dibe vurma diyorum. Böyle zorluyorsun zorluyorsun, uçacağım sanıyorsun, sonra hooooop kafa üstü çakılıyorsun. Sanırım bana da böyle oldu bu dönemde. Sikerim ulan hayatı dedim, başladım dizi izlemeye...

Yalnız şunu da belirtmek isterim ki aslında izlediğim diziler genelde beni gaza getiren neşeli dizilerdir. Böyle o zelzeleleri indükleyen, gülerken düşündüren, sonra kafam boşaldığından tazecik yeniden başlama azmi veren dizilerdir. Ha ne lan bu diziler derseniz, bu kişisel bir durum bence, sizde işe yaramayabilir (tabii bunu okuyan bir siz kısmısı varsa orada). Neyse, benim için bu Doctor Who, Merlin, Downton Abbey, Big bang, HIMYM, Supernatural gibi abuk sabuk şeyler işte. Hani klasikleri ve biten dizileri saymadım, onları biliyorum ya hani sürpriz olmuyor bana. Çünkü şuna bağlayacağım, başladım bu dizilerin son bölümlerini açmaya. Bu noel tatili yüzünden biliyorum BBC falan özel bölümler yayımlayacak. İzlemez olaydım anacım, içimde kalan üç beş sevinç kırıntıları da öldü bitti resmen. Meğer Merlin tamamen bitiyormuş, nereden bileyim?! Dizinin asıl adamı, canım, yiğidim, böyle yaşama nedenim Arthuru bir öldürdüler yemin ediyorum, ağlarken ciğerim sökülecek sandım. Allahım dedim benden ne istiyorsun, şurada neşelenmek istedim alt tarafı nedir yani?! Yapsınlar şurada 15 sezon Merlin, izlenir yani. Sihir, kötü kadın, kazanan iyiler, BroRomance, böyle bir alçak gönüllük... Sen dur sonra, ilk Noelimde öldür Arthurcuğumu. Ciğerim yandı be. Tabii ders çalışamadım tüm gün. Sonra bari Doctorcuğumu izleyeyim dedim. Yakında dövmesini yaptıracağım diyorum, ulan! bu diziye ne olmuş! Tardis değişmiş, peehh leş bişi olmuş! Resmen gitmişti benim takım, zaten zor alıştım, hani nerede Pond aile fertleri? diye hala bakınıyorum, ana bir baktım birde gönderme yapıyorlar utanmadan! Ağzınıza yüzünüze diye başlayacağım tam, bir baktım yeni gelen companion, hadi azıcık sevdiğimi itiraf edeceğim az kaldı, bir de enteresan olacak geçmişten gelecek kız oha, süper olabilir kiii! diye seviniyorum, hoppaa bir düştü merdivenden, öldü. Allahınızı, ebenizi diye başladım tabii ben. Ne demeye çalışıyorsun evren bana? ölecek miyim nedir derdin? Meğer zaten ölmüş daha önce bu bebe, sezonun ilk bölümüydü yanlış hatırlamıyorsam (bazı arkadaşlar hala bölümleri paylaşmadılar benimle de, o yüzden burada hatırlamaya çalışıyorum!), diyorum bu kızı hatırlıyorum bir yerlerden. Ama Doctor Who bölümlerinden birinde olacağı aklıma gelmiyor, kesin başka bir dizide gördüm. Al sana sarsıcı acayip bir şey daha, nasıl ders çalışsın bu bünye, boşalmış tüm enerji, yeni yakıtta vermiyor bbc, çohsağol! neyse, döndüm dedim Downton her zaman sevinçli bitiriyor bari onu izleyeyim, keyfim yerine gelsin! Allah gani gani belanızı vermesin! ulan, dizide en çok sevdiğim herif, zaten zar zor birleştiler, zaten aşıklar, zaten daha önce öldürdün ana karakterlerden birini, Alaah sizi taş etsin emi dedim. Gitti gül gibi oğlan, hem de yeni çocuğu olmuştu. Bir de, yani, kocaman yolda zaten 2 tane araba var o zamanın İngilteresinde sen git çarpıştır onları. Sonunda da öldür. Bende tabi artık ağlayacak göz möz kalmadı. Kapadım bilgisayarı, şöyle derin bir nefes çekip, küfretmeye başladım. Uyumuşum sonra, yoruldum tabii, ağla-gül-hüzünlen-ağla-şok ol vs vs. bünyede bir gram yaşama isteği kalmadı, ölümlü dünya diyorum, evren diyorum ne diyorsun sen bana? Ölecek miyim yoksa?

Yok ölmeyecekmişim, daha acayip şeyler yaşayacakmışım. Böyle daha çok soğuyacakmışım hayattan. Ona hazırlıyormuş oysa. Hay ben senin gibi evrenin...

Arkası yarın, bekleyin beni anacım...




Hiç yorum yok: