Eskiden sevgi saygı diye bir oyun vardı.
İnsanlara bakardık, sevgisi on üzerinden kaç, saygısı on üzerinden kaç onu hesaplardık.
Güzel günlerdi.
Kendimi sevgi dolu hissettiğim günlerdi.
Severdim insanları.
Çok çok zamanım varmış gibi otururdum, sigaramı derin derin içer, biramı hızlı hızlı yudumlardım. Hep sarhoş olsam da sonunda, aslında amacım sarhoş olmak olmazdı.
Sonra, hayatımın çeşitli kısımlarına
sıçıldı.
ya da ben hep öyle hissettim.
Bilmiyorum.
Sevemiyorum artık kimseyi, aşık olmak zaten hayal... ama işte artık nefrette ediyorum çoğundan.
Tatile ihtiyacım var benim, şöyle geniş, huzurlu, işin gücün olmadığı bir mekanda
beynimden uzak bir alanda
dinlenmek istiyorum
belki terbiyesizce
belki de değil
bilmiyorum.
ama çarpıtılmış egolarımızın gazabında kalbimi harcadıktan sonra
beynimi tüketen tüketim normlarına bu kadar açıkken
ya sonunda kendimi
iphone ya da ipad alırken göreceğim. ya da ...
neden?
çünkü alışveriş yapmak nedense insanlara 'mutluluk' veriyor.
ben de o alma, sahip olma, nesnelerin terkedemezliği ve elbette bireyselleşmenin ruhumu ele geçirmesini seviyorum
bu aynı saiden e dokunmak gibi.
Işık kavur beni!
İçimdeki bu arzu, sanki tüm boşluklarımı dolduracak gibi bana gülümsüyor.
sanki aldığım her ayakkabı beni yaşama bağlıyor.
sanki aldığım her mont beni sevgiyle kuşatıyor.
sanki aldığım her çanta beni uzaklara, hayallerime eriştiriyor.
Kepazelik.
Ama o kadar çaresiz, o kadar kırılgan, o kadar sevgisiz yaratıklarız ki
artık nesnelere kendimizi zorla sevdiriyoruz.
Düşün bir kere
Sahiplik ne kadar da içimize işlemiş
işin tuhafı:
hem sahip hem köle oluveriyoruz farkına varmadan. alıyoruz, aldıkça yenilerini almak istiyoruz. hayatımızın bilmem kaç saatini para için satıyoruz sonra o parayla sevgi arıyoruz. ne tuhaf. ne kepazelik.
Oysa, içimizde sevgi yok. Karşılıksız bir şeyler yapma dürtüsü egonun içine karışmış yozluk gibi, kuşatıyor her yeri.
Sevdiğin için yaptıkların sonradan sana batıyor. neden ben yapıyorum ki oluyor!
Sinirleniyorsun, yeşil, mavi, kırmızı haplar geliyor sinirin yerine.
duygular köreliyor, alım satım hızlanıyor.
Şanslıysan haplar yerine alkol, sigara, ot, kokain, eroin geliyor.
Alım satım kısa, acısız ve ölümcül oluyor.
İşin tuhafı gene kendini satman gerekiyor.
Onurunla ve gururunla sevince bir insanı
sevgi olmuyor adı
Onursuzca bencilce sevdirince kendini
sevgi olamıyor bir türlü adı
Yetmiyor, yetemiyor.
Bitiyor, köreliyor, dağılıyor.
Kafam o kadar karışık ki son zamanlarda hiçbir şey yapamıyorum.
iş ve ev arasında gidip geliyorum ama
ne yapıyorum gerçekten bilmiyorum.
hedeflerim var, hayallerim var.
bazen görevler çok ağır geliyor.
Boşlukta yankılanan yalnız sesim duvarlarıma çarpıyor,
kayboluyor,
geri döndüklerinde ya ben çok değişmiş oluyorum ya da hep aynı kalıyorum.
ama evet insanlardan nefret ediyorum.
Perşembe, Mayıs 19, 2011
Kirada oturmanın en güzel yanı budur işte.
Zillerde, kapılarda adının yazmasına gerek yoktur. Senden önce oturanın kimliğine bürünürsün; olur biter. Hiç bir yere ve hiç bir şeye bağlı değilsindir. Kirayı ödemezsen kovulursun, evi beğenmezsen çıkarsın, komşuların şikayet ederse siktiri çekersin. Adına apartmanca karar çıktığında “elveda, zaten sizi hiç sevmemiştim” dersin; olur biter. Bir şeye bağlı olmamanın o gizli çekiciliği. Özgürlüğü o kadar ikna edicidir ki, kemiklerin ağrır senden alındığında. Ah o tatlı, sarhoş edici özgürlük... Hiç kimseye bağlı olmamanın verdiği o acımtırak tat. Kapıları vurusun, televizyona kafa atarsın, avazın çıktığınca ağlarsın; kimse sana kızamaz, çünkü yoktur çevrende kimse. Kimsesizsindir. İçin açılır her defasında. Yalnızlığın ve özgürlüğün kalbini doldurur. İhtiyaç isteği, ayaklarının altında ezilir. Susmak, gün boyu susmak. Ve duvarlara bakmak. Ve ağlamak. Ve gülmek. Yalnız ve özgürken daha anlamlı. İç sıkıntılarını atmak için bağırdığın yastığın, sonunda gene yastıktır. Biraz hırpalanmıştır, biraz dağılmıştır ama yastıktır işte. Üstelik bir değeri de yoktur. Yani o yastık olmadan ağlayamam ulan demezsin. Yastık nesnedir, önemsiz bir teferruattır. Hiç bir yere bağlı olmadan, gökyüzündesin. Bir uçurtma kadar özgürsün. Ancak o kadar özgür olabiliyorsun. Olabiliyoruz.
Güneş batarken, gözlüklerini taktı. Bir camekandan dışarıya bakıyordu şimdi. Okyanus kadar mavi, vanilya kadar beyaz gökyüzünde rengarenk uçurtmalara bakıyordu. Sanki uçan melekler vardı etrafında. Rengarenk melekler. Yemyeşildi kırlar, yağmurdan nasibini almıştı her bir ot parçası, büyümüş irileşmişlerdi. Sağına döndü, bu ufak çerçevelerden etrafını göremiyordu. Döndü ve dalgaların kayaları dövdüğü o ufuk çizgisine kilitlendi bakışları. Uzun zaman olmuştu denizle konuşmayalı. Boşlukta sesinin yankılanışını seçemeden, uzun uzun cümleler kurmayı özlemişti sanki. Ama şimdi yapamazdı, gereğinden çok üzgündü bugün. Ağlayamayacak kadar kırıktı organları. Midesi asabiyetten asitlenmişti. Buruk bir yanık tadı vardı ağzında. Kırıktı. Dalgındı. Denizin o mesut eden sesine martı çığlıkları karıştığında, işte en çok o anlarda dalgınlığından sıyrılıverirdi. Ne yaptığını, ne halt yediğini hatırlardı. Gene öyle olacaktı, olduğunda dizlerinin üzerinde hıçkırıklara boğulacaktı. İçinde durdurak bilmeyen suçluluk duygusuna yenilecekti. Öldürdüğü tüm duyguları açığa çıkacaktı. Yiyip tüketeceklerdi Onu. O. Bir camekanın ardından dünyayı kavramaya çalışan, her seferinde tökezleyen, kurumuş, tükenmiş, yanmış ve özgürlüğünü duygularına satmış insan parçası.
Bir evde oturmanın en sıkıcı yanı evini paylaşmak zorunda olduğun canlılar bütünüdür. Eğer gerçekten yalnızsan, hiç ama hiç bir sıkıntısı kalmaz dünyanın. O mekana göbeğinden bağlı değilsindir, elinden alınsa yenisini bulursun. Önemli olan sana ait bir kara parçasının olmasıdır. Özgürlüğünün tadına varacağın bir kara parçası. İster bir kulübe, ister bir gemi, ister bir apartman dairesi. Sesinin duyulmadığı, kimsenin karışmadığı bir yerdir özgürlük hayalin. Bir yere ki duyguların gereği yoktur orada. Öküz gibi yaşayabilirsin. En fazla ağlamak için açarsın ellerini, ya da ağız dolusu gülmek için. Diğer her şey, zamanın üstünden geçmesiyle, silindirin altında ezilen kediler kadar çığlıksız, şüphesiz ezilirler. Kahrolası üzüntüler kederler ölürler, bomboş bir iç bırakırlar insandan geriye. İşte tam o noktada, aşkı ve sevdayı anlayıverirsin. Bencilliği algılarsın. Sınır çizgisidir işte tam orası. Araftır. Ne seversin ne sevilir; ama en önemlisi umurunda değildir hiçbir şey. Dünyayı algılarsın, çevrendeki insanları tartarsın. Evin kapısı çalıp, alkol veya sigara gelene kadar bu şekilde uyuşturursun zamanını. Algıların o kadar açıktır ki, kararlar verirsin gelecek için. Başkalarının duygularına isimler bulursun. Beyin fonksiyonlarını yavaşlatmak için bir çıkışın yoktur içmekten başka. Özgürlüğün baş belasıdır, düşüncenin biteviye ertelenişidir alkol. En sevdiğimdir. En sevilen.
Dalgaların her çarpışında yüreğinin biraz daha ufalandığını hissetmesi eskisi kadar çekici gelmiyordu. Duygularını unutalı çok zaman olmuştu. Bir adam olmak için gereğinden çok düşünceli, bir kadın olmak içinse gereğinden çok erkeksiydi. Karar verememişti bir türlü. Bu Oydu. Yarı yarıya. Tanımsız. Ama kaybedip duruyordu sırf bu yüzden. Bunca zamandır Onu düşünüp duruyordu, kendinden nefret eder olmuştu. Güçlü duygular öldürüvermişti karasızlığını ama ne yapacağını bilmiyordu. Kaybediyordu. Hiçbir şey doğru değildi. Elindeki tek şey kendisiydi ve kendisiyle yaşamak istemiyordu. Buna inanmak istemiyordu ama kaybedişi ile içindeki dişiliği ölüyordu. Taa derinlere çekilip duruyordu. Artık kimsenin istediği gibi bir olmazdı. Olmasındı da zaten. Tuzlu su yüzündeki çillere değdikçe yeni çiller oluşuyordu sanki yüzünde. Sessizce, derinlerden iç çekti. Sesi yankılandı. Duygularının çılgın istekleri belirdi zihninde. Yağmur yağmaya başlayacaktı birazdan, yeşillik önce griliğe bürünecek, güneş geri geldiğinde yeşil olduklarını hatırlatacaklardı. Hep aynı şey olmaz mıydı zaten? Bir döngü gibi her şey devamlı aynı biçimde tekrarlanmaz mıydı? İşte aynı bunun gibiydi şu andaki duyguları. Yarın hepsi silinecekti. Şimdilik bunlara katlanması gerekiyordu. Geçecekti. İçinde doğmuş her aşk gibi yitip gidecekti.
Alkol hatırlatır sana kaybettiklerini. Söyleyemediklerini. Yaşayamadıklarını. O yüzden özgürlüğün baş belasıdır. Özgürlüğün yan etkilerini gösterir sana, aynı vücudunda yan etkiye yol açan ilaçlar gibi. Anlayamadan kusmaya başlarsın her şeyi. Unuttuğun, sildiğin yüzler istemedikçe gözünün önüne gelir. Gidemediğin her cenaze sanki yanına gelmiştir. Her diş fırçaladığında aklına gelen insanlardı onlar, belli anıları vardır hayatında. Silemediğin ama alıştığın anılar bırakırlar sende. Onlarla sen sensindir zaten. Kıpırdanıp durur hüzün içinde, çevrene saçılır. Yalnızlık dağlar yüreğini ama hoşuna da gider bir yandan, çünkü sen öldüğünde sende bu izleri bırakacaksın bir kaç insanda, onlar ölmeden unutulmayacaksın. Kahpe bencilliğin yüreğini ısıtır. Ah dersin, keşke O bilseydi hissettiklerimi. Bilse bir şey değişir miydi? Saklamak en az bencilce şey mi yoksa korkaklık mı? Acaba bu kendime yaptığım en büyük kötülük mü? Keşke, acaba ile yaşamak öldürmüyor mu beni? Sevda, yüreğini sardığında en iyisi konuşmak mı, yoksa susmak mı? Bencillik mi doğrusu, yoksa aptal bir korkaklıkla saklamak mı? İşte alkol korkaklığı sakladığından, o an seni tarifsiz çaresizliklere vurur. O ölmüştür çünkü, sözlerin ancak boş bir denizde, zirvesiz bir dağda ya da yıldızsız bir gökyüzünde yankılanır. Sana geri döndüğünde dizlerinin üzerinde bulursun kendini. Ağlarken.
Sözler fütursuzca etrafında akıp giderken, fonksiyonsuz duygularını içine
gömmeye karar vermişti. En baştan başladı. Gidip kendini doğurdu.
Zillerde, kapılarda adının yazmasına gerek yoktur. Senden önce oturanın kimliğine bürünürsün; olur biter. Hiç bir yere ve hiç bir şeye bağlı değilsindir. Kirayı ödemezsen kovulursun, evi beğenmezsen çıkarsın, komşuların şikayet ederse siktiri çekersin. Adına apartmanca karar çıktığında “elveda, zaten sizi hiç sevmemiştim” dersin; olur biter. Bir şeye bağlı olmamanın o gizli çekiciliği. Özgürlüğü o kadar ikna edicidir ki, kemiklerin ağrır senden alındığında. Ah o tatlı, sarhoş edici özgürlük... Hiç kimseye bağlı olmamanın verdiği o acımtırak tat. Kapıları vurusun, televizyona kafa atarsın, avazın çıktığınca ağlarsın; kimse sana kızamaz, çünkü yoktur çevrende kimse. Kimsesizsindir. İçin açılır her defasında. Yalnızlığın ve özgürlüğün kalbini doldurur. İhtiyaç isteği, ayaklarının altında ezilir. Susmak, gün boyu susmak. Ve duvarlara bakmak. Ve ağlamak. Ve gülmek. Yalnız ve özgürken daha anlamlı. İç sıkıntılarını atmak için bağırdığın yastığın, sonunda gene yastıktır. Biraz hırpalanmıştır, biraz dağılmıştır ama yastıktır işte. Üstelik bir değeri de yoktur. Yani o yastık olmadan ağlayamam ulan demezsin. Yastık nesnedir, önemsiz bir teferruattır. Hiç bir yere bağlı olmadan, gökyüzündesin. Bir uçurtma kadar özgürsün. Ancak o kadar özgür olabiliyorsun. Olabiliyoruz.
Güneş batarken, gözlüklerini taktı. Bir camekandan dışarıya bakıyordu şimdi. Okyanus kadar mavi, vanilya kadar beyaz gökyüzünde rengarenk uçurtmalara bakıyordu. Sanki uçan melekler vardı etrafında. Rengarenk melekler. Yemyeşildi kırlar, yağmurdan nasibini almıştı her bir ot parçası, büyümüş irileşmişlerdi. Sağına döndü, bu ufak çerçevelerden etrafını göremiyordu. Döndü ve dalgaların kayaları dövdüğü o ufuk çizgisine kilitlendi bakışları. Uzun zaman olmuştu denizle konuşmayalı. Boşlukta sesinin yankılanışını seçemeden, uzun uzun cümleler kurmayı özlemişti sanki. Ama şimdi yapamazdı, gereğinden çok üzgündü bugün. Ağlayamayacak kadar kırıktı organları. Midesi asabiyetten asitlenmişti. Buruk bir yanık tadı vardı ağzında. Kırıktı. Dalgındı. Denizin o mesut eden sesine martı çığlıkları karıştığında, işte en çok o anlarda dalgınlığından sıyrılıverirdi. Ne yaptığını, ne halt yediğini hatırlardı. Gene öyle olacaktı, olduğunda dizlerinin üzerinde hıçkırıklara boğulacaktı. İçinde durdurak bilmeyen suçluluk duygusuna yenilecekti. Öldürdüğü tüm duyguları açığa çıkacaktı. Yiyip tüketeceklerdi Onu. O. Bir camekanın ardından dünyayı kavramaya çalışan, her seferinde tökezleyen, kurumuş, tükenmiş, yanmış ve özgürlüğünü duygularına satmış insan parçası.
Bir evde oturmanın en sıkıcı yanı evini paylaşmak zorunda olduğun canlılar bütünüdür. Eğer gerçekten yalnızsan, hiç ama hiç bir sıkıntısı kalmaz dünyanın. O mekana göbeğinden bağlı değilsindir, elinden alınsa yenisini bulursun. Önemli olan sana ait bir kara parçasının olmasıdır. Özgürlüğünün tadına varacağın bir kara parçası. İster bir kulübe, ister bir gemi, ister bir apartman dairesi. Sesinin duyulmadığı, kimsenin karışmadığı bir yerdir özgürlük hayalin. Bir yere ki duyguların gereği yoktur orada. Öküz gibi yaşayabilirsin. En fazla ağlamak için açarsın ellerini, ya da ağız dolusu gülmek için. Diğer her şey, zamanın üstünden geçmesiyle, silindirin altında ezilen kediler kadar çığlıksız, şüphesiz ezilirler. Kahrolası üzüntüler kederler ölürler, bomboş bir iç bırakırlar insandan geriye. İşte tam o noktada, aşkı ve sevdayı anlayıverirsin. Bencilliği algılarsın. Sınır çizgisidir işte tam orası. Araftır. Ne seversin ne sevilir; ama en önemlisi umurunda değildir hiçbir şey. Dünyayı algılarsın, çevrendeki insanları tartarsın. Evin kapısı çalıp, alkol veya sigara gelene kadar bu şekilde uyuşturursun zamanını. Algıların o kadar açıktır ki, kararlar verirsin gelecek için. Başkalarının duygularına isimler bulursun. Beyin fonksiyonlarını yavaşlatmak için bir çıkışın yoktur içmekten başka. Özgürlüğün baş belasıdır, düşüncenin biteviye ertelenişidir alkol. En sevdiğimdir. En sevilen.
Dalgaların her çarpışında yüreğinin biraz daha ufalandığını hissetmesi eskisi kadar çekici gelmiyordu. Duygularını unutalı çok zaman olmuştu. Bir adam olmak için gereğinden çok düşünceli, bir kadın olmak içinse gereğinden çok erkeksiydi. Karar verememişti bir türlü. Bu Oydu. Yarı yarıya. Tanımsız. Ama kaybedip duruyordu sırf bu yüzden. Bunca zamandır Onu düşünüp duruyordu, kendinden nefret eder olmuştu. Güçlü duygular öldürüvermişti karasızlığını ama ne yapacağını bilmiyordu. Kaybediyordu. Hiçbir şey doğru değildi. Elindeki tek şey kendisiydi ve kendisiyle yaşamak istemiyordu. Buna inanmak istemiyordu ama kaybedişi ile içindeki dişiliği ölüyordu. Taa derinlere çekilip duruyordu. Artık kimsenin istediği gibi bir olmazdı. Olmasındı da zaten. Tuzlu su yüzündeki çillere değdikçe yeni çiller oluşuyordu sanki yüzünde. Sessizce, derinlerden iç çekti. Sesi yankılandı. Duygularının çılgın istekleri belirdi zihninde. Yağmur yağmaya başlayacaktı birazdan, yeşillik önce griliğe bürünecek, güneş geri geldiğinde yeşil olduklarını hatırlatacaklardı. Hep aynı şey olmaz mıydı zaten? Bir döngü gibi her şey devamlı aynı biçimde tekrarlanmaz mıydı? İşte aynı bunun gibiydi şu andaki duyguları. Yarın hepsi silinecekti. Şimdilik bunlara katlanması gerekiyordu. Geçecekti. İçinde doğmuş her aşk gibi yitip gidecekti.
Alkol hatırlatır sana kaybettiklerini. Söyleyemediklerini. Yaşayamadıklarını. O yüzden özgürlüğün baş belasıdır. Özgürlüğün yan etkilerini gösterir sana, aynı vücudunda yan etkiye yol açan ilaçlar gibi. Anlayamadan kusmaya başlarsın her şeyi. Unuttuğun, sildiğin yüzler istemedikçe gözünün önüne gelir. Gidemediğin her cenaze sanki yanına gelmiştir. Her diş fırçaladığında aklına gelen insanlardı onlar, belli anıları vardır hayatında. Silemediğin ama alıştığın anılar bırakırlar sende. Onlarla sen sensindir zaten. Kıpırdanıp durur hüzün içinde, çevrene saçılır. Yalnızlık dağlar yüreğini ama hoşuna da gider bir yandan, çünkü sen öldüğünde sende bu izleri bırakacaksın bir kaç insanda, onlar ölmeden unutulmayacaksın. Kahpe bencilliğin yüreğini ısıtır. Ah dersin, keşke O bilseydi hissettiklerimi. Bilse bir şey değişir miydi? Saklamak en az bencilce şey mi yoksa korkaklık mı? Acaba bu kendime yaptığım en büyük kötülük mü? Keşke, acaba ile yaşamak öldürmüyor mu beni? Sevda, yüreğini sardığında en iyisi konuşmak mı, yoksa susmak mı? Bencillik mi doğrusu, yoksa aptal bir korkaklıkla saklamak mı? İşte alkol korkaklığı sakladığından, o an seni tarifsiz çaresizliklere vurur. O ölmüştür çünkü, sözlerin ancak boş bir denizde, zirvesiz bir dağda ya da yıldızsız bir gökyüzünde yankılanır. Sana geri döndüğünde dizlerinin üzerinde bulursun kendini. Ağlarken.
Sözler fütursuzca etrafında akıp giderken, fonksiyonsuz duygularını içine
gömmeye karar vermişti. En baştan başladı. Gidip kendini doğurdu.
Cuma, Mayıs 06, 2011
Bölüm 3
Sabah ezanı okunuyordu, bir aydınlanma sonlanıyordu. Mahseni andıran bodrum katından tek parça olarak çıkıyordum. Bu, yıllar sürecek bir geleneğin ilkiydi. Mutluydum, şaşkındım ama nedense en çokta gururluydum. Onlar tarafından seçilmiştim çünkü. Bu nerden baksan çok önemli birşeydi.
Ezanlar. Arapçada ve kadim dilde anlamdırıldığında çok farklı anlamlara gelir. En önemlileri; sabah ve akşamdır. Özellikle akşam. En kısası, en kestirmesidir. Akşam namazıda kısadır, tuhaftır. Önce farzı kılınır. Hızlıca. Sonra sünneti kılınır, zaman kalırsa. Kıyametin akşam ezanından sonra kopacağı kazınır Kuran kursuna gitmiş her faninin beynine. Bu yüzden kısa ve acısızdır zaten. Oysa gerçekte, bir kaç uyarısıdır O. Kadim dilde dinlenirse. Gece gelenler, Kan içenler gelmektedir. Çabuk olmalıdır herşey. “İbadetini yap, duanı et ve kaç”tır kısa anlamı. Unutulmuş anlamı.
Teravihler son duraktır. Korunaklı; kana susamışların terk ettiği şehirlerin insanlarının korkudan kaçmak için uydurdukları ibadetler. Kimbilir belki Yaradana şükürdür, insan olarak kaldıklarından; belki de yakarıştır ellerinden alınanlara. Tam çıkaramıyorum. Yazılanlar çok karışık bu konuda. Ama bir birliğin kurulması için oldukları kesin. İnsan birlikleri olduğunu düşünmek ise kişisel tercihimdir.
Tercihler. Benim tercihim Onlardan biri olmamaktı. Belki tercihi sorulan ilk insan bendim. Onlar hakkında Onlar kadar şey biliyordum, ama Onlar gibi olmak istemiyordum. Saygı duydular buna. İnanamadım. Çünkü nefes almak kadar kolaydı insanların yem olması. Gözlerimin önünde içilen iki insan görmüş olmak yeterdi kanıt olmaya. Hoş her “içilen” değişmiyordu, ama sonuçta içiliyordu.
Ketamin ve LSD karması bir bombayla uyuşturulmuş insancıklar, hem hayatlarının en uçuk dakikalarını yaşıyor hem de bir miktar kan kaybediyorlar; bense bir psikopat gibi elimde kalem her şeyi not etmeye çalışıyordum, işte seçilmiş olmam bundan kaynaklanıyordu. Her zaman özel hissetmek pahalıya patlar zaten. Süt beyazı, kısa siyah saçlı vampirimle buluştuğumuz noktadan şimdiki noktaya gelinceye kadar, 2 insan fark etti bizi. Çünkü farkedilmek istendik. Öğreniyor, gözlemliyordum her şeyi. Çünkü “kanıtlanıyordu” sorularım, muhteşem İstanbul ağzıyla konuşan ve adının Lebriz olduğunu öğrendiğim vampirim. Uyuşturma vampir beyninin muhteşem karışımı, özel bezlerinin salgısı.
Salgılar, hormonlar yönetmiyor mu zaten dünyayı? Cevabının kocaman bir evet olduğunu öğrendiğimden beridir korkar oldum, titreyerek sorduğum soruların her biri cevaplanırken uyuşmamak için, daraltıdan, bulantıdan, kusma isteğinden kurtulmak istediğimi dillendirdim. Sararmış kağıtlar tutuşturdu elime, Lebriz. “Al bunları, aktara git ama o her şeyi satanlara değil. Sirkeci’deki Mısır çarşısında Turkuaz aktarına git. Harfi harfine uygula bunları. Her sabah bir bardak iç. Sonra yavaş yavaş azalacak etki, merak etme” dedi kısık, tok sesiyle. Onu o anda ne kadar dinledim bilmiyorum, çünkü kim bilir belki ağzının etrafındaki kan izlerinden belki de salgıladığı yoğun kokudan etkilenmişti beynim iyice. Allak bullaktım. “Tamam” dedim sessiz ve tiz sesimle. Dokunsan ağlayacak kıvamdaydım. Elimdeki sararmış, kurumuş kağıtlara bir göz attım; Osmanlı tuğrası altında fetva kıvamında yazılmış onca “Osmanlıca” bitki ismine baktım. Anlayamadım.
Okuduğum onca hikayenin doğru olduğuna da inanamıyordum zaten. Olağandışıydı her şey. Ellerimle bedenimi yokladım, etrafıma baktım. Belki de hepsi bir rüyaydı. İyi kurgulanmış bir rüya. Belki de beynimin bir oyunuydu hepsi. İyi dağıtılmış rolleri taşıyabilen aktörlerce kandırılıyor da olabilirdim. Asla bilemezdim tabii o gün, her şeyin doğru olduğuna. Şimdi dönüp baktığımda, beni neyin devam etmeye zorladığını da bilmiyorum zaten. Hormonlar sanırım, evet evet kesin hormonlar...
Lebriz, afalladığımın elbette farkında olarak elini omzuna attı. “Sen özelsin, bazı şeyleri belki hiç anlayamayacaksın ama anlamaya çalışan belki ikinci insansın şu dünyada. O yüzden sana bu zülfikarı armağan etmek istiyoruz. Klan olarak sana hediyemiz bu. Yıllar yıllar öncesinden bize bir insandan kalan kıymetli bir koruyucu olsun sana. Sen artık bizden birisin. Yani tam olarak bizden olmasan da” dedi suratında hafif bir gülümsemeyle karışık gururla. Bir kolye ucuydu bu, zincirine lehimli armağanı kıvrak bir hareketle arkama geçerek taktı. Sonra yüz yüze gelerek donuk büyük gözlerini bana çevirdi. Beni alnımdan öptü ardından da zülfikarı. Karşımda şimdi eski bir aşka özlemle bakan bir kadının suratı vardı. Duyguları vardı işte, derinlerde bir yerde büyük, kocaman, ulu ve gerçek bir özlemi vardı.
Sabah ezanı okunuyordu, bir aydınlanma sonlanıyordu. Mahseni andıran bodrum katından tek parça olarak çıkıyordum. Bu, yıllar sürecek bir geleneğin ilkiydi. Mutluydum, şaşkındım ama nedense en çokta gururluydum. Onlar tarafından seçilmiştim çünkü. Bu nerden baksan çok önemli birşeydi.
Ezanlar. Arapçada ve kadim dilde anlamdırıldığında çok farklı anlamlara gelir. En önemlileri; sabah ve akşamdır. Özellikle akşam. En kısası, en kestirmesidir. Akşam namazıda kısadır, tuhaftır. Önce farzı kılınır. Hızlıca. Sonra sünneti kılınır, zaman kalırsa. Kıyametin akşam ezanından sonra kopacağı kazınır Kuran kursuna gitmiş her faninin beynine. Bu yüzden kısa ve acısızdır zaten. Oysa gerçekte, bir kaç uyarısıdır O. Kadim dilde dinlenirse. Gece gelenler, Kan içenler gelmektedir. Çabuk olmalıdır herşey. “İbadetini yap, duanı et ve kaç”tır kısa anlamı. Unutulmuş anlamı.
Teravihler son duraktır. Korunaklı; kana susamışların terk ettiği şehirlerin insanlarının korkudan kaçmak için uydurdukları ibadetler. Kimbilir belki Yaradana şükürdür, insan olarak kaldıklarından; belki de yakarıştır ellerinden alınanlara. Tam çıkaramıyorum. Yazılanlar çok karışık bu konuda. Ama bir birliğin kurulması için oldukları kesin. İnsan birlikleri olduğunu düşünmek ise kişisel tercihimdir.
Tercihler. Benim tercihim Onlardan biri olmamaktı. Belki tercihi sorulan ilk insan bendim. Onlar hakkında Onlar kadar şey biliyordum, ama Onlar gibi olmak istemiyordum. Saygı duydular buna. İnanamadım. Çünkü nefes almak kadar kolaydı insanların yem olması. Gözlerimin önünde içilen iki insan görmüş olmak yeterdi kanıt olmaya. Hoş her “içilen” değişmiyordu, ama sonuçta içiliyordu.
Ketamin ve LSD karması bir bombayla uyuşturulmuş insancıklar, hem hayatlarının en uçuk dakikalarını yaşıyor hem de bir miktar kan kaybediyorlar; bense bir psikopat gibi elimde kalem her şeyi not etmeye çalışıyordum, işte seçilmiş olmam bundan kaynaklanıyordu. Her zaman özel hissetmek pahalıya patlar zaten. Süt beyazı, kısa siyah saçlı vampirimle buluştuğumuz noktadan şimdiki noktaya gelinceye kadar, 2 insan fark etti bizi. Çünkü farkedilmek istendik. Öğreniyor, gözlemliyordum her şeyi. Çünkü “kanıtlanıyordu” sorularım, muhteşem İstanbul ağzıyla konuşan ve adının Lebriz olduğunu öğrendiğim vampirim. Uyuşturma vampir beyninin muhteşem karışımı, özel bezlerinin salgısı.
Salgılar, hormonlar yönetmiyor mu zaten dünyayı? Cevabının kocaman bir evet olduğunu öğrendiğimden beridir korkar oldum, titreyerek sorduğum soruların her biri cevaplanırken uyuşmamak için, daraltıdan, bulantıdan, kusma isteğinden kurtulmak istediğimi dillendirdim. Sararmış kağıtlar tutuşturdu elime, Lebriz. “Al bunları, aktara git ama o her şeyi satanlara değil. Sirkeci’deki Mısır çarşısında Turkuaz aktarına git. Harfi harfine uygula bunları. Her sabah bir bardak iç. Sonra yavaş yavaş azalacak etki, merak etme” dedi kısık, tok sesiyle. Onu o anda ne kadar dinledim bilmiyorum, çünkü kim bilir belki ağzının etrafındaki kan izlerinden belki de salgıladığı yoğun kokudan etkilenmişti beynim iyice. Allak bullaktım. “Tamam” dedim sessiz ve tiz sesimle. Dokunsan ağlayacak kıvamdaydım. Elimdeki sararmış, kurumuş kağıtlara bir göz attım; Osmanlı tuğrası altında fetva kıvamında yazılmış onca “Osmanlıca” bitki ismine baktım. Anlayamadım.
Okuduğum onca hikayenin doğru olduğuna da inanamıyordum zaten. Olağandışıydı her şey. Ellerimle bedenimi yokladım, etrafıma baktım. Belki de hepsi bir rüyaydı. İyi kurgulanmış bir rüya. Belki de beynimin bir oyunuydu hepsi. İyi dağıtılmış rolleri taşıyabilen aktörlerce kandırılıyor da olabilirdim. Asla bilemezdim tabii o gün, her şeyin doğru olduğuna. Şimdi dönüp baktığımda, beni neyin devam etmeye zorladığını da bilmiyorum zaten. Hormonlar sanırım, evet evet kesin hormonlar...
Lebriz, afalladığımın elbette farkında olarak elini omzuna attı. “Sen özelsin, bazı şeyleri belki hiç anlayamayacaksın ama anlamaya çalışan belki ikinci insansın şu dünyada. O yüzden sana bu zülfikarı armağan etmek istiyoruz. Klan olarak sana hediyemiz bu. Yıllar yıllar öncesinden bize bir insandan kalan kıymetli bir koruyucu olsun sana. Sen artık bizden birisin. Yani tam olarak bizden olmasan da” dedi suratında hafif bir gülümsemeyle karışık gururla. Bir kolye ucuydu bu, zincirine lehimli armağanı kıvrak bir hareketle arkama geçerek taktı. Sonra yüz yüze gelerek donuk büyük gözlerini bana çevirdi. Beni alnımdan öptü ardından da zülfikarı. Karşımda şimdi eski bir aşka özlemle bakan bir kadının suratı vardı. Duyguları vardı işte, derinlerde bir yerde büyük, kocaman, ulu ve gerçek bir özlemi vardı.
Salı, Mayıs 03, 2011
Bünyende biriktirdiğin tüm taşları dök,
dökerken bolca küfür et,
üstüne bir duman çek içine,
üzerine alkol dök.
yak.yan.
iyi gidiyor; içindeki duygularla çok iyi gidiyor.
Suçlulukla oynayan "her insan" gibi oluyorsun böylece; aferim yürrü be, koçum benim.
Topladığın, yaptığın, söylediğin her şeyi özel kıl biri için.
Sonra bekle, farkına varsın; aşık olsun sana.
Aşık olunca sömür onu
sömür ki içinde var olan boşlukların dolsun, yapamadığın onca şey örtülsün.
konuş; bol bol konuş. Altta kalma
hatta sinirlen, asabileş.
aşkıda sevgiyide neden tükettiğini düşünme.
aldırma karşındakine.
yaz, yaz durmadan yaz. Yaz ki herkes duysun ne olduğunu.
Açık yaşıyoruz sonuçta herşeyi; sömürüyü, tüketmeyi, asabiyeti, ağlamayı, bol bol gülmeyi.
bitir sonra. herşeyi bir iki dudakta duymak yerine, bekleme, sor sor sor. durma sor hadi. devamlı sor, daralt. Daraltmaktan zevk al. kullan, kullan kullan, at. at çünkü eskidi. at çünkü bitti.
bitti evet.
üstüne basıp geçtiğin o güzellikleri göreme. konuşulmuş onca güzel hikayeyi götüne sok. hatta ağız dolusu kus. kus kus kus. bünyede tebessüme neden olan herşeyi kus. rahatla. dök taşlarını, aşkını, sevgini, küfürlerini ve elbette akciğerlerini.
hayata isyan et, çünkü çok kolay.
karşındakine kız, çünkü çok kolay.
susma. asla susma. sakın susma. susarsan sıra sana gelicek çünkü. taa derinlerinde insani olan son suçluluk duygun gün yüzüne çıkacak sonra. aman diyim susma. susarsan o suçluluk duygusu aslında ne olamadığını gösterecek. suçlunun belki de kendin olduğunu anımsatıcak. sonra hatırlayacaksın... nerede yanlış yaptığını, neyin eksik olduğunu, neyi görmediğini kavrayıvereceksin. kendine kızmak en pisi. boşver. boşkoy. salla gitsin. at karşındakinin içine hepsini. boşalt. dert tasa, görünerek yaşandığında anlamlı sonuçta. göstere göstere gerine gerine yaşa. yaşa ki, etrafındaki fiyakalılığın bozulmasın. etrafındaki havan dağılmasın. duygularını en dibine kadar yaşa, bunu emicek O'dur çünkü. suçluluk duygusuyla dağılırken, aşkı sömürülmüşken, üstüne terslenmişken; herşeyin suçlusu O oluverince, dünya daha güzel bir yer olucak. evet geçicek çünkü zaman bir pislikle sıvayacak yaralarını. kimbilir senden sızan pisliklerle...
alafranga tuveletler gibiyiz. Güzel sıçılıyor, sıçtırıyoruz.
dökerken bolca küfür et,
üstüne bir duman çek içine,
üzerine alkol dök.
yak.yan.
iyi gidiyor; içindeki duygularla çok iyi gidiyor.
Suçlulukla oynayan "her insan" gibi oluyorsun böylece; aferim yürrü be, koçum benim.
Topladığın, yaptığın, söylediğin her şeyi özel kıl biri için.
Sonra bekle, farkına varsın; aşık olsun sana.
Aşık olunca sömür onu
sömür ki içinde var olan boşlukların dolsun, yapamadığın onca şey örtülsün.
konuş; bol bol konuş. Altta kalma
hatta sinirlen, asabileş.
aşkıda sevgiyide neden tükettiğini düşünme.
aldırma karşındakine.
yaz, yaz durmadan yaz. Yaz ki herkes duysun ne olduğunu.
Açık yaşıyoruz sonuçta herşeyi; sömürüyü, tüketmeyi, asabiyeti, ağlamayı, bol bol gülmeyi.
bitir sonra. herşeyi bir iki dudakta duymak yerine, bekleme, sor sor sor. durma sor hadi. devamlı sor, daralt. Daraltmaktan zevk al. kullan, kullan kullan, at. at çünkü eskidi. at çünkü bitti.
bitti evet.
üstüne basıp geçtiğin o güzellikleri göreme. konuşulmuş onca güzel hikayeyi götüne sok. hatta ağız dolusu kus. kus kus kus. bünyede tebessüme neden olan herşeyi kus. rahatla. dök taşlarını, aşkını, sevgini, küfürlerini ve elbette akciğerlerini.
hayata isyan et, çünkü çok kolay.
karşındakine kız, çünkü çok kolay.
susma. asla susma. sakın susma. susarsan sıra sana gelicek çünkü. taa derinlerinde insani olan son suçluluk duygun gün yüzüne çıkacak sonra. aman diyim susma. susarsan o suçluluk duygusu aslında ne olamadığını gösterecek. suçlunun belki de kendin olduğunu anımsatıcak. sonra hatırlayacaksın... nerede yanlış yaptığını, neyin eksik olduğunu, neyi görmediğini kavrayıvereceksin. kendine kızmak en pisi. boşver. boşkoy. salla gitsin. at karşındakinin içine hepsini. boşalt. dert tasa, görünerek yaşandığında anlamlı sonuçta. göstere göstere gerine gerine yaşa. yaşa ki, etrafındaki fiyakalılığın bozulmasın. etrafındaki havan dağılmasın. duygularını en dibine kadar yaşa, bunu emicek O'dur çünkü. suçluluk duygusuyla dağılırken, aşkı sömürülmüşken, üstüne terslenmişken; herşeyin suçlusu O oluverince, dünya daha güzel bir yer olucak. evet geçicek çünkü zaman bir pislikle sıvayacak yaralarını. kimbilir senden sızan pisliklerle...
alafranga tuveletler gibiyiz. Güzel sıçılıyor, sıçtırıyoruz.
Pazartesi, Mayıs 02, 2011
bazen anlatamadıklarımı anlasın istiyorum insanların.
ama devrik cümlelerden bile farklı anlamlar çıkarır oldular hayatımdakiler.
o yüzden bazen başımı alıp gidesim, yalnız kalasım geliyor.
evet beni, bana bırakınız.
anlamadıysanız bir daha belirteyim;
sizi sevmiyorum.
ve nefret etmek istemiyorum.
o yüzden, uzatmayalım.
kalpler kırılmasın.
kafalar baharda kalsın.
içteki fesatlık etrafa yayılmasın.
evet becerksizim, sevilmeye açım, bencilim,
ama
olmuyorsa, olmuyor bazı şeyler.
yok, bitti, son, Zilch.
ama devrik cümlelerden bile farklı anlamlar çıkarır oldular hayatımdakiler.
o yüzden bazen başımı alıp gidesim, yalnız kalasım geliyor.
evet beni, bana bırakınız.
anlamadıysanız bir daha belirteyim;
sizi sevmiyorum.
ve nefret etmek istemiyorum.
o yüzden, uzatmayalım.
kalpler kırılmasın.
kafalar baharda kalsın.
içteki fesatlık etrafa yayılmasın.
evet becerksizim, sevilmeye açım, bencilim,
ama
olmuyorsa, olmuyor bazı şeyler.
yok, bitti, son, Zilch.
Çarşamba, Şubat 09, 2011
Bölüm 2
"...Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."
Gabriel
“Adem ile Havva. Yaratıcımın can verdiği ilk insanlar. Cennetten kovulanlar. Dünyaya inip tüm insanlığa sınanma şansı veren annemle babam. Her uykuya dalışımda onlara yakarıyorum, Yaradanıma yakardığım kadar hem de; neden kaderimde siz varsınız diyorum. Neden engel olmadınız diyorum. Özlüyorum. Tüm dünyayı karış karış geziyorum. Günden ırak, güneşten kaçak, renklerden uzak. Lilith, üvey annem. Bana kucak açan sevgilim. Söyle neden siyahı seçtin. Neden kanınla açtın gözlerimi. Lanetlendim. Ama affedemedim kendimi. En çok kendime, sonra yaradanıma kızıyorum. Kendimi affedemiyorum. Özlüyorum. Nasıl kıydım sana kardeşim, Abelim, Habilim. Göklerin rengindeki gözlerini, güneşte sararan buğday rengi saçlarını özledim. Renkleri ver geri bana, hatıranla. Nasıl kıydım sana? Özlüyorum Abelim. Affet beni, Yaratıcım gözümü kör eğledi. Bir an, herkesten çok istedim sevgisini O’nun. Bir an seni öldürüverdim. Ellerimde kan var şimdi. Affedemem kendimi. Seni arıyorum, kendimi arıyorum, sevgiyi arıyorum, affedilmeyi arıyorum, huzuru arıyorum; Golconda’yı arıyorum. Ama bulamıyorum. Tarumar oldum sensizlikten. Özlüyorum. ” Diye çevirdi İbn-Harun okuduklarını arapçaya. Eski, çok çok eski bir dilde yazılmıştı herşey. Unutulmuş, binlerce yıldır konuşulmamış bir gizemdi bu. Artık yaşamayan koca ağaçların yumuşak gövdelerine, devasa yapraklarına yazılmıştı hepsi. Her hece bir harfti, her harf bir anlam. Okuması, yazması hep zordu; ama en mükemmeliydi. Bir insanın yüzündeki her bir kas, her bir duygu, herbir mimik için ayrı bir harf vardı. Bu dilde konuşanlar birbirlerini yanlış anlayamazlardı.
İşte sonunda, İbn-Harun özenle saklanan o ilk yazıyı; o ilk harfleri çıplak gözleriyle görüyordu işte, nasırlaşmış elleriyle dokunuyordu ona. Bir özlemden bahsediyordu. Ve bu özlem için kullanılan 5 birbirinden farklı harf, anlam, duygu vardı metinde ama İbn-Harun hepsine özlüyorum diyordu. Başka bir kelime bilmiyordu Arapça’da bu duyguyu anlatacak. Hep övünürdu oysa Araplığı ile, dili ile. Ne kadar çaresiz kalmıştı oysa şimdi. Bu duyguların içlerini göremiyordu, algılayamıyordu. Beyni bu tip bir özlemi, arayışı, yalnızlığı algılayamıyordu; yüreği duymuyordu hiçbirini. Oysa bu kadar çaresiz olduğunu bilmezdi. Duygularının bu kadar köreldiğini, anlayışının bu kadar daraldığını görememişti. Kördü şimdi, Caine’i anlayamıyordu. Onunla her Allah’ın günü savaşıyordu. Onu hiç görmemişti ama savaşıyordu işte. Kılıcının iki uçlu adaleti, yaradanın hikmetiyle O'nun peşindeydi daima; Caine’nin, Kabil’in. Onun kadar güçlüsünü görmemişti hiç, göremeyecekti de, biliyordu. Neden ve ne zaman savaşmaya başladıklarını bilmiyordu. Bir gelenekti sanki bu. Durdurak bilmeyen kanın, çığlıkların, ölümün geleneği. Oysa ceza idi. Kabilin cezası idi.
Şimdi okudukları kalbini daraltıyordu. Düşmanı hakkında öğrendikleri gökkuşağının farklı tonlarını gösteriyordu O'na. Bir file, gözleri tamamen açık dokunmamış bir denek gibi; hep farklı noktalarından bakmıştı. Hiç düşünmedikleri, başkasının eliyle zihninde beliriyormuş gibiydi işte şimdi. Fil gelivermişti gözünün önüne. Alt benliği sonsuzluğa erişiyor, Yaradanıyla bütünleşiyor, Affediyor, Aydınlanıyordu. Cezası hiç bitmeyecek Kabil için ağlıyordu şimdi. Açlığa, soğuğa, kana, karanlığa, ama en çokta vicdan azabına hapis Caine için içli içli ağlıyordu şimdi O.
Gözyaşları için seneler sonra cezalandırılacaktı oysa İbn-Harun. Gücü, adaleti, sevgisi, zülfikarı el değiştirdiğinde; Kabil’in eline geçtiğinde.
"...Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."
Gabriel
“Adem ile Havva. Yaratıcımın can verdiği ilk insanlar. Cennetten kovulanlar. Dünyaya inip tüm insanlığa sınanma şansı veren annemle babam. Her uykuya dalışımda onlara yakarıyorum, Yaradanıma yakardığım kadar hem de; neden kaderimde siz varsınız diyorum. Neden engel olmadınız diyorum. Özlüyorum. Tüm dünyayı karış karış geziyorum. Günden ırak, güneşten kaçak, renklerden uzak. Lilith, üvey annem. Bana kucak açan sevgilim. Söyle neden siyahı seçtin. Neden kanınla açtın gözlerimi. Lanetlendim. Ama affedemedim kendimi. En çok kendime, sonra yaradanıma kızıyorum. Kendimi affedemiyorum. Özlüyorum. Nasıl kıydım sana kardeşim, Abelim, Habilim. Göklerin rengindeki gözlerini, güneşte sararan buğday rengi saçlarını özledim. Renkleri ver geri bana, hatıranla. Nasıl kıydım sana? Özlüyorum Abelim. Affet beni, Yaratıcım gözümü kör eğledi. Bir an, herkesten çok istedim sevgisini O’nun. Bir an seni öldürüverdim. Ellerimde kan var şimdi. Affedemem kendimi. Seni arıyorum, kendimi arıyorum, sevgiyi arıyorum, affedilmeyi arıyorum, huzuru arıyorum; Golconda’yı arıyorum. Ama bulamıyorum. Tarumar oldum sensizlikten. Özlüyorum. ” Diye çevirdi İbn-Harun okuduklarını arapçaya. Eski, çok çok eski bir dilde yazılmıştı herşey. Unutulmuş, binlerce yıldır konuşulmamış bir gizemdi bu. Artık yaşamayan koca ağaçların yumuşak gövdelerine, devasa yapraklarına yazılmıştı hepsi. Her hece bir harfti, her harf bir anlam. Okuması, yazması hep zordu; ama en mükemmeliydi. Bir insanın yüzündeki her bir kas, her bir duygu, herbir mimik için ayrı bir harf vardı. Bu dilde konuşanlar birbirlerini yanlış anlayamazlardı.
İşte sonunda, İbn-Harun özenle saklanan o ilk yazıyı; o ilk harfleri çıplak gözleriyle görüyordu işte, nasırlaşmış elleriyle dokunuyordu ona. Bir özlemden bahsediyordu. Ve bu özlem için kullanılan 5 birbirinden farklı harf, anlam, duygu vardı metinde ama İbn-Harun hepsine özlüyorum diyordu. Başka bir kelime bilmiyordu Arapça’da bu duyguyu anlatacak. Hep övünürdu oysa Araplığı ile, dili ile. Ne kadar çaresiz kalmıştı oysa şimdi. Bu duyguların içlerini göremiyordu, algılayamıyordu. Beyni bu tip bir özlemi, arayışı, yalnızlığı algılayamıyordu; yüreği duymuyordu hiçbirini. Oysa bu kadar çaresiz olduğunu bilmezdi. Duygularının bu kadar köreldiğini, anlayışının bu kadar daraldığını görememişti. Kördü şimdi, Caine’i anlayamıyordu. Onunla her Allah’ın günü savaşıyordu. Onu hiç görmemişti ama savaşıyordu işte. Kılıcının iki uçlu adaleti, yaradanın hikmetiyle O'nun peşindeydi daima; Caine’nin, Kabil’in. Onun kadar güçlüsünü görmemişti hiç, göremeyecekti de, biliyordu. Neden ve ne zaman savaşmaya başladıklarını bilmiyordu. Bir gelenekti sanki bu. Durdurak bilmeyen kanın, çığlıkların, ölümün geleneği. Oysa ceza idi. Kabilin cezası idi.
Şimdi okudukları kalbini daraltıyordu. Düşmanı hakkında öğrendikleri gökkuşağının farklı tonlarını gösteriyordu O'na. Bir file, gözleri tamamen açık dokunmamış bir denek gibi; hep farklı noktalarından bakmıştı. Hiç düşünmedikleri, başkasının eliyle zihninde beliriyormuş gibiydi işte şimdi. Fil gelivermişti gözünün önüne. Alt benliği sonsuzluğa erişiyor, Yaradanıyla bütünleşiyor, Affediyor, Aydınlanıyordu. Cezası hiç bitmeyecek Kabil için ağlıyordu şimdi. Açlığa, soğuğa, kana, karanlığa, ama en çokta vicdan azabına hapis Caine için içli içli ağlıyordu şimdi O.
Gözyaşları için seneler sonra cezalandırılacaktı oysa İbn-Harun. Gücü, adaleti, sevgisi, zülfikarı el değiştirdiğinde; Kabil’in eline geçtiğinde.
Pazartesi, Şubat 07, 2011
Bölüm 1
Akşam ezanı okunuyordu. Kırmızı parlak topuklu ayakkabıların sesi kaldırımda yankılanıyordu. Beyoğlu'nun değişmeden kalmış belki de son arnavut kaldırımı taşlarının üzerinde uçarcasına yürüyordu. Uzun bacakları muntazamdı, beli incecikti ve büyük göğüsleri vardı. Her erkeğin hayallerini süsleyecek kadar güzeldi. Bembeyaz bir teni, simsiyah kısa saçları vardı. Evet saçları kısaydı, ama o güzel yüzüne daha güzel bir saç modelinin yakışmasının imkanı yoktu. Kırmızı parlak ayakkabılarıyla onu Taksim'de yürürken görebilen şanslı nadir insanlardan biriydim. Adımı açıklamak istemesem de, akademide yükselmesi kesin gözüyle bakılan ama doktorasını tamamlayamadan şizofreni teşhisi konularak hastaneye yatırılan bir asistan, Türkiye'de pek rastlanan bir şey olmadığından- başka nerede raslanıyor bilemiyorum- kendimden bahsederken adımı kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Benim adım Duygu, 26 yaşındayım ve biyoloji doktora terkim. Eski yazıyı okuyabiliyor, Osmanlıca, Farsça ve Japoncayı ana dilim gibi konuşabiliyorum. Arapça konusunda sıkıntılar çeksem de İngilizce'mden daha iyi durumda olduğundan şüphem yok. Bu aralar o kadar sık CV yazıyorum ki kendimi tanımlarken hep bu sırayı takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. Oysa gerek yok şimdiden herşeyi anlatmama. Anlattıkça siz anlayacaksınız zaten ne olduğumu, ya da ne olmadığımı. İlk olarak ne olmadığım hakkında bir şey demem gerekirse; ben yanlış tanı konulmuş bir hastayım. Hastayım evet ama tek hastalığım ileri derecede miyop olmam. Yeme sorunum yok çok şükür, belki ileride asıl bu bir sorun yaratabilir. Kısa sürelerle bıraksam da hala sigara içiyorum. Normal bir Türk genciyim işte, çeşitli takıntılarım var ve dövmelere bayılıyorum. Akşam Taksim'de yürüyorum, vitrinlere ve dövmelere bakıyorum. İş arıyorum.
Genellikle kütüphanelerde takılıyorum. Hep mi böyleydi yok değilse ne zamandır böyle hatırlamıyorum. Her tez yazan, ya da doktora yeterliliğe giren insan gibi arada sırada zaman kavramım bulanıklaşıyor. Son zamanlarda ise yapamadığım tezimi bitirmeye çabalamaktan daha çok bilimdışı, mistik şeyler okumayı seviyorum. Eski kütüphanelerde unutulmuş kitaplarla başlayan, Osmanlı yeniçeri arşivlerine kadar uzanan "Onları" arama çabam ilk ne zaman ortaya çıktı? Hmm, belki dövme merakım belki de bilimkurguya olan aşırı düşkünlüğüm açtı bu belaları başıma. Evet hatırlamıyorum. Şu anda karşımda bu süt beyazı kadını gördükten sonra açıkcası umrumda da değil. Kendini bana göstermiş olması, bir kapının aralandığı anlamına geliyor. Duyduğum heyecan anlatılamaz. Belki bir kedinin fare gördüğündeki heyecanı gibi tasvir edilebilir ancak. Onu gördüğüm o ilk anda hem avdım hem avcı. Göz bebeklerim büyüyüp kocaman oldu, Ondan başka kimse kalmadı çevremde; herşey siyah beyaz oluverdi. Sesler yok oldu, sadece Onun ritmik mükemmel tok topuk sesleri. Koca İstiklal boşalıverdi sanki. Onu takip etmemden başka çarem yoktu. Hiç bir zaman olmamıştı zaten.
Hiç arkasına gönüp bakmadı ama; ben bir köle gibi, bir robot gibi belli bir mesafeden Onu takip ediyordum. Benden başka Onu gören, fark eden insan yok gibiydi . Görülmek istemediğinde kimse fark edemezdi zaten Onu. Benim Onu takip etmemi istemişti, çünkü uzun zamandır Onları rahatsız ediyordum. Şimdi herşey bitecekti, şimdi belki herşey başlayacaktı. Bilemiyordum ama yüzünü bir daha görmek için herşeyimi verebilirdim o an. Ama buna gerek kalmadı, olgun bir karpuzun bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye yarılmasını andıran bir sesle, arkasını döndü. Dar, kimsenin olmadığı o sokakta bana, benim gözlerimin taa içine bakarak, ilk cümlelerini sarf etti: "Evet, sabah ezanına kadar vaktimiz var, ne bilmek istiyorsun Duygu?".
Ben büyülenmiş salak; aval aval suratına bakakaldım. Hayatımda bu kadar güzel birini görmemiştim. Heteroseksüeldim evet, lezbiyen değildim ve öyle eğilimlerimde yoktu ama bu yaratıkta apayrı bir çekim vardı ve üzgünüm ama o çekimden kurtulmak her babayiğidin harcı değildi. Denemeye çalıştım ve muhteşem irilikteki ilk salaklığımı yaparak ağzımdan şu sözlerin çıkmasına engel olamadım;'' Birşeyler içmek ister misin?'' Aklımdan geçen neydi? Hiç bir fikrim yok ama bu sözlerim Onun hoşuna gitti. Tamam dedi, ama benim istediğim yere gideceğiz ve ben istediğim zaman kalkacağız. Başımı evet anlamında salladım.
İlk defa yanyana yürüyorduk. Yanında kısa ve çirkin görünüyordum ama bu benim alışık olduğum bir duyguydu; kısa olmak değil ama çirkin hissetmek. Mavi ilaçları bunlar geçsin diye vermişlerdi ama nedense hiç içmedim onları. Bir insanın hisleriyle oynanmamalı bence; seratonin gelmiyorsa, az ise; zorlamanın bir anlamı yok. Varsa bile yapay, gerçekdışı. Şu anda O yanımdayken hissettiğim bu 'gerçeklik' de çok gerçekdışı aslında. Kıskanmıyorum Onu, sadece hayranım Ona. Daha 2 dakika oldu Onunla tanışalı ama canımı almak istese ona asla engel olmazdım.
Bulduğum ve okuduğum literatürlerde çekicilik deniyordu bu hislerime. "Onlar" inanılmaz çekicilikleriyle herkesi baştan çıkarabiliyorlardı. Bunun nedeni boyunlarında bulunan kokudan kaynaklanıyordu. Her insanın koltukaltı kokusu deyip geçtiği ama aslında kişiye özgü feromonlar denen şeydi sanırım; yani ona benzer birşey. Çekicilikti, baştan çıkarıcılıktı. İnsanların en ilkel duyu organını felç ediyordu. Beyni ele geçiriyordu ve uyuşturucu gibi göz bebeklerinin büyümesini, dünyadan kopmayı ve adanmışlığı arttırıyordu. Her avcı gibi, avlarının zayıf noktalarını biliyorlardı. Onlar besin zincirindeki en üst noktaydı, biz faniler ise onların yemeğiydi. Daha doğrusu konakçılarıydık. Parazittiler onlar, bizim üstümüzden beslenen dış parazitler. Aynı bizim dünya üzerinden beslenen parazitler olmamız gibi. Bakteriler gibi taşıma kapasitesinin üstünde üreyip, tüketen bizler. Ah biz insanlar hep zincirin son halkası , tüm hastalıkları yenebileceğimizi, sonsuza kadar yaşayabileceğimizi düşünmüştük. Oysa çiçek hastalığı, frengi, grip ya da AIDS gibi bizi kemiren bir yaratık daha vardı dünyada. Bizi iyi tanıyan, zayıflıklarımızı iyi bilen bir avcımız vardı. Ve ben Onlardan biriyle beraberdim. Sonunda birbirimize görünmüştük. Her avdan biraz daha temkinliydim, zıkkımın kökü vardı yanımda, saldıracak olursa bu zehirle saldırmayı deneyecektim. 11. yy da işe yarar bir teknikmiş. Ama her canlı gibi evrim geçirdilerse, ki mutasyon hızları, uyum kapasiteleri bizden kat kat fazlaydı; büyük ihtimalle doğal bir seçilimle bu zehire karşı bağışıklılardı artık. Kimbilir hangi akla hizmet gelmiştim buraya. Nasıl bir kendine güvenle bir şeyler içelim mi diye sormuştum. Bunları aklımdan geçirdiğim o an gerçek bir av gibi hissetmiştim işte kendimi. Gerçek bir salak gibi. Of hala o anları düşündükçe tüylerim diken diken oluyor.
Eşarbım da yanımdaydı. Etkiyi azaltabilmek için boynuma dolamıştım. Aynı Kuran'da yazdığı gibi; kollarımı, boynumu ve saçımın bir kısmını kapamıştım. O yanımda yürürken karşılaştığımız o ilk andan daha az etkisi altında olduğumun farkına varmaya başlamıştım. Azalan etki, koku duyusunun ilk andan sonra alışılan doz uyarımından kaynaklanıyor da olabilirdi. Ama ben hangisi olduğuna karar verecek durumda değildim. Yürüyorduk ve beynim yıllardır okuduğum tüm bilgileri, alt metinleri gözden geçiriyordu. Çok yorulmuştum, artık sonuna gelmiştim herşeyin. O aradığım parazitim, efendim, Avcım yanımdaydı ve ben artık düşünmek istemiyordum. Ölmek de istemiyordum. Ne soracağımı hatırlamıyordum. Onu kızdırmak istemiyordum ama en çok ölmek istemiyordum. Şimdi değil.
Kırmızı ayakkabılar yavaşlamaya başlamıştı, yüzümü Ona doğru çevirip baktığımda kafasıyla sağa dönmemizi emretti. Yine ardına düşmüştüm. Çünkü sağda girdiğimiz sokak denemeyecek kadar dar geçitte yanyana yürüyemezdik. O önde ben arkada sonunda ulaşmamız gereken yere vardık; Onun beni kolayca öldürebileceği kadar ıssız, konuşmalarımızın duyulamayacağı kadar kayıp. Sorularımı yazdığım kağıdı ellerim titrerken çantamdan çıkardım. O sakince beni bekliyordu. Bir ünlü gibi sakin, olacakları önceden biliyormuş gibi kendine güvenli. Kalp krizinin eşiğindeydim. Sonunda kendine hayrı olmayan o silik sokak lambasının altında ilk sorumu sordum Ona; cevabı evetti. Duruldum, durgunlaştım. Aptallaştım. Yüzüne baktım. İspat et dedim. İspat etti. O noktada, doktorumun yüzüne bana yazdığı O raporu fırlatmak istedim. Ben ne şizofren ne de obsesif-kompulsiftim.
Ben İbn-Harun'dan sonra gerçekleri açıkca gören ilk 21. yüzyıl insanıydım. Ben karşısında bir avcı olup, bunun farkında olan ama av olmayan nadir insanlardandım. Ben, evet üniversiteden atılan; yalnızlığa terk edilen ben. Karşımdaki oydu, işte tek gerçekliğim Oydu şu anda. Ve belki hep O olmuştu. O.
O bir vampirdi. ve bunu bana güzelce kanıtlayıvermişti.
Akşam ezanı okunuyordu. Kırmızı parlak topuklu ayakkabıların sesi kaldırımda yankılanıyordu. Beyoğlu'nun değişmeden kalmış belki de son arnavut kaldırımı taşlarının üzerinde uçarcasına yürüyordu. Uzun bacakları muntazamdı, beli incecikti ve büyük göğüsleri vardı. Her erkeğin hayallerini süsleyecek kadar güzeldi. Bembeyaz bir teni, simsiyah kısa saçları vardı. Evet saçları kısaydı, ama o güzel yüzüne daha güzel bir saç modelinin yakışmasının imkanı yoktu. Kırmızı parlak ayakkabılarıyla onu Taksim'de yürürken görebilen şanslı nadir insanlardan biriydim. Adımı açıklamak istemesem de, akademide yükselmesi kesin gözüyle bakılan ama doktorasını tamamlayamadan şizofreni teşhisi konularak hastaneye yatırılan bir asistan, Türkiye'de pek rastlanan bir şey olmadığından- başka nerede raslanıyor bilemiyorum- kendimden bahsederken adımı kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Benim adım Duygu, 26 yaşındayım ve biyoloji doktora terkim. Eski yazıyı okuyabiliyor, Osmanlıca, Farsça ve Japoncayı ana dilim gibi konuşabiliyorum. Arapça konusunda sıkıntılar çeksem de İngilizce'mden daha iyi durumda olduğundan şüphem yok. Bu aralar o kadar sık CV yazıyorum ki kendimi tanımlarken hep bu sırayı takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. Oysa gerek yok şimdiden herşeyi anlatmama. Anlattıkça siz anlayacaksınız zaten ne olduğumu, ya da ne olmadığımı. İlk olarak ne olmadığım hakkında bir şey demem gerekirse; ben yanlış tanı konulmuş bir hastayım. Hastayım evet ama tek hastalığım ileri derecede miyop olmam. Yeme sorunum yok çok şükür, belki ileride asıl bu bir sorun yaratabilir. Kısa sürelerle bıraksam da hala sigara içiyorum. Normal bir Türk genciyim işte, çeşitli takıntılarım var ve dövmelere bayılıyorum. Akşam Taksim'de yürüyorum, vitrinlere ve dövmelere bakıyorum. İş arıyorum.
Genellikle kütüphanelerde takılıyorum. Hep mi böyleydi yok değilse ne zamandır böyle hatırlamıyorum. Her tez yazan, ya da doktora yeterliliğe giren insan gibi arada sırada zaman kavramım bulanıklaşıyor. Son zamanlarda ise yapamadığım tezimi bitirmeye çabalamaktan daha çok bilimdışı, mistik şeyler okumayı seviyorum. Eski kütüphanelerde unutulmuş kitaplarla başlayan, Osmanlı yeniçeri arşivlerine kadar uzanan "Onları" arama çabam ilk ne zaman ortaya çıktı? Hmm, belki dövme merakım belki de bilimkurguya olan aşırı düşkünlüğüm açtı bu belaları başıma. Evet hatırlamıyorum. Şu anda karşımda bu süt beyazı kadını gördükten sonra açıkcası umrumda da değil. Kendini bana göstermiş olması, bir kapının aralandığı anlamına geliyor. Duyduğum heyecan anlatılamaz. Belki bir kedinin fare gördüğündeki heyecanı gibi tasvir edilebilir ancak. Onu gördüğüm o ilk anda hem avdım hem avcı. Göz bebeklerim büyüyüp kocaman oldu, Ondan başka kimse kalmadı çevremde; herşey siyah beyaz oluverdi. Sesler yok oldu, sadece Onun ritmik mükemmel tok topuk sesleri. Koca İstiklal boşalıverdi sanki. Onu takip etmemden başka çarem yoktu. Hiç bir zaman olmamıştı zaten.
Hiç arkasına gönüp bakmadı ama; ben bir köle gibi, bir robot gibi belli bir mesafeden Onu takip ediyordum. Benden başka Onu gören, fark eden insan yok gibiydi . Görülmek istemediğinde kimse fark edemezdi zaten Onu. Benim Onu takip etmemi istemişti, çünkü uzun zamandır Onları rahatsız ediyordum. Şimdi herşey bitecekti, şimdi belki herşey başlayacaktı. Bilemiyordum ama yüzünü bir daha görmek için herşeyimi verebilirdim o an. Ama buna gerek kalmadı, olgun bir karpuzun bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye yarılmasını andıran bir sesle, arkasını döndü. Dar, kimsenin olmadığı o sokakta bana, benim gözlerimin taa içine bakarak, ilk cümlelerini sarf etti: "Evet, sabah ezanına kadar vaktimiz var, ne bilmek istiyorsun Duygu?".
Ben büyülenmiş salak; aval aval suratına bakakaldım. Hayatımda bu kadar güzel birini görmemiştim. Heteroseksüeldim evet, lezbiyen değildim ve öyle eğilimlerimde yoktu ama bu yaratıkta apayrı bir çekim vardı ve üzgünüm ama o çekimden kurtulmak her babayiğidin harcı değildi. Denemeye çalıştım ve muhteşem irilikteki ilk salaklığımı yaparak ağzımdan şu sözlerin çıkmasına engel olamadım;'' Birşeyler içmek ister misin?'' Aklımdan geçen neydi? Hiç bir fikrim yok ama bu sözlerim Onun hoşuna gitti. Tamam dedi, ama benim istediğim yere gideceğiz ve ben istediğim zaman kalkacağız. Başımı evet anlamında salladım.
İlk defa yanyana yürüyorduk. Yanında kısa ve çirkin görünüyordum ama bu benim alışık olduğum bir duyguydu; kısa olmak değil ama çirkin hissetmek. Mavi ilaçları bunlar geçsin diye vermişlerdi ama nedense hiç içmedim onları. Bir insanın hisleriyle oynanmamalı bence; seratonin gelmiyorsa, az ise; zorlamanın bir anlamı yok. Varsa bile yapay, gerçekdışı. Şu anda O yanımdayken hissettiğim bu 'gerçeklik' de çok gerçekdışı aslında. Kıskanmıyorum Onu, sadece hayranım Ona. Daha 2 dakika oldu Onunla tanışalı ama canımı almak istese ona asla engel olmazdım.
Bulduğum ve okuduğum literatürlerde çekicilik deniyordu bu hislerime. "Onlar" inanılmaz çekicilikleriyle herkesi baştan çıkarabiliyorlardı. Bunun nedeni boyunlarında bulunan kokudan kaynaklanıyordu. Her insanın koltukaltı kokusu deyip geçtiği ama aslında kişiye özgü feromonlar denen şeydi sanırım; yani ona benzer birşey. Çekicilikti, baştan çıkarıcılıktı. İnsanların en ilkel duyu organını felç ediyordu. Beyni ele geçiriyordu ve uyuşturucu gibi göz bebeklerinin büyümesini, dünyadan kopmayı ve adanmışlığı arttırıyordu. Her avcı gibi, avlarının zayıf noktalarını biliyorlardı. Onlar besin zincirindeki en üst noktaydı, biz faniler ise onların yemeğiydi. Daha doğrusu konakçılarıydık. Parazittiler onlar, bizim üstümüzden beslenen dış parazitler. Aynı bizim dünya üzerinden beslenen parazitler olmamız gibi. Bakteriler gibi taşıma kapasitesinin üstünde üreyip, tüketen bizler. Ah biz insanlar hep zincirin son halkası , tüm hastalıkları yenebileceğimizi, sonsuza kadar yaşayabileceğimizi düşünmüştük. Oysa çiçek hastalığı, frengi, grip ya da AIDS gibi bizi kemiren bir yaratık daha vardı dünyada. Bizi iyi tanıyan, zayıflıklarımızı iyi bilen bir avcımız vardı. Ve ben Onlardan biriyle beraberdim. Sonunda birbirimize görünmüştük. Her avdan biraz daha temkinliydim, zıkkımın kökü vardı yanımda, saldıracak olursa bu zehirle saldırmayı deneyecektim. 11. yy da işe yarar bir teknikmiş. Ama her canlı gibi evrim geçirdilerse, ki mutasyon hızları, uyum kapasiteleri bizden kat kat fazlaydı; büyük ihtimalle doğal bir seçilimle bu zehire karşı bağışıklılardı artık. Kimbilir hangi akla hizmet gelmiştim buraya. Nasıl bir kendine güvenle bir şeyler içelim mi diye sormuştum. Bunları aklımdan geçirdiğim o an gerçek bir av gibi hissetmiştim işte kendimi. Gerçek bir salak gibi. Of hala o anları düşündükçe tüylerim diken diken oluyor.
Eşarbım da yanımdaydı. Etkiyi azaltabilmek için boynuma dolamıştım. Aynı Kuran'da yazdığı gibi; kollarımı, boynumu ve saçımın bir kısmını kapamıştım. O yanımda yürürken karşılaştığımız o ilk andan daha az etkisi altında olduğumun farkına varmaya başlamıştım. Azalan etki, koku duyusunun ilk andan sonra alışılan doz uyarımından kaynaklanıyor da olabilirdi. Ama ben hangisi olduğuna karar verecek durumda değildim. Yürüyorduk ve beynim yıllardır okuduğum tüm bilgileri, alt metinleri gözden geçiriyordu. Çok yorulmuştum, artık sonuna gelmiştim herşeyin. O aradığım parazitim, efendim, Avcım yanımdaydı ve ben artık düşünmek istemiyordum. Ölmek de istemiyordum. Ne soracağımı hatırlamıyordum. Onu kızdırmak istemiyordum ama en çok ölmek istemiyordum. Şimdi değil.
Kırmızı ayakkabılar yavaşlamaya başlamıştı, yüzümü Ona doğru çevirip baktığımda kafasıyla sağa dönmemizi emretti. Yine ardına düşmüştüm. Çünkü sağda girdiğimiz sokak denemeyecek kadar dar geçitte yanyana yürüyemezdik. O önde ben arkada sonunda ulaşmamız gereken yere vardık; Onun beni kolayca öldürebileceği kadar ıssız, konuşmalarımızın duyulamayacağı kadar kayıp. Sorularımı yazdığım kağıdı ellerim titrerken çantamdan çıkardım. O sakince beni bekliyordu. Bir ünlü gibi sakin, olacakları önceden biliyormuş gibi kendine güvenli. Kalp krizinin eşiğindeydim. Sonunda kendine hayrı olmayan o silik sokak lambasının altında ilk sorumu sordum Ona; cevabı evetti. Duruldum, durgunlaştım. Aptallaştım. Yüzüne baktım. İspat et dedim. İspat etti. O noktada, doktorumun yüzüne bana yazdığı O raporu fırlatmak istedim. Ben ne şizofren ne de obsesif-kompulsiftim.
Ben İbn-Harun'dan sonra gerçekleri açıkca gören ilk 21. yüzyıl insanıydım. Ben karşısında bir avcı olup, bunun farkında olan ama av olmayan nadir insanlardandım. Ben, evet üniversiteden atılan; yalnızlığa terk edilen ben. Karşımdaki oydu, işte tek gerçekliğim Oydu şu anda. Ve belki hep O olmuştu. O.
O bir vampirdi. ve bunu bana güzelce kanıtlayıvermişti.
Pazar, Ocak 30, 2011
Kimbilir kaç gecedir uykusuz bir şekildeydi;
uykusuzluk o kadar yoğundu ki; 3 gün kesintisiz uyusa, geçmezdi bu özlemi.
Sessiz sakin gürültüsüz bir evde olmak için herşeyini verebilirdi.
Kendi gibi büyümemiş, büyütülmemiş insanlarla olan münasebeti, yoruyordu bünyesini.
Ne özgürdü, ne bencil ne de dürüst.
Kapıları hızla kapamak isterdi,
suratlarına haykırmak isterdi bencilliklerini-öğretilmiş dogmalarına göre bencillerdi-
yüzyılın başlarında bu kadar muhafazakar olması hiç çekilir değildi.
herşey hakkında biraz olsun fikri vardı ve kendi ve kendiyle ilgili sorunlar yerine buları konuşmayı yeğlerdi.
İnternetin zaman yiyen bünyesinden arınmak istedi; arındığında yalnızlaştı.
Sanki insanlarla arasında buzdağları vardı;
önce kendi soğukluğundan sandı bunları; sonra anladı;
Bilgi alma yolları farklılaştıkça, düşünme yolakları farklılaşıyordu.
Onun gibi yerine bunun gibi düşündükçe yalnızlaşıyordu.
hah; yeni keşfine keyifle güldü.
İnekliğine, bilimkurgu sevgisinin tsunami etkisi yapan heyecanına güldü; Ona gülen insanları anlayarak kendine güldü.
İçindeki ağlama isteğine boyun eğmeden, başı dik, kıçı açık güldü.
Uğradığı, kişisel alanına saldırılara, bedenine hakaretlere, yüzündeki sıkıntı çizgilerine güldü.
Ve evet, delirmiş gibi güldü hepsine.
Çünkü anlayamıyordu onları, ama bir şekilde de olayların neden böyle olduğunu; neden böyle hissettiğini eşşek gibi biliyordu.
Kendini suçlamak, boşuna bir arayıştı; insanları suçlamak harcanmış zamandı.
Herşeyi bırakıp gitmek istedi;
kayıpların şehrine, belleklerde bir iz bırakmadan gömülmek istedi kitapların sayfalarına.
Kalbi durmadan kırılırken bir insanın, durduramaz kendini. Ölmek ister devamlı.
İşte o anda içeri giren bir adam;
belleğini ele geçirmek istedi;
kendiyle ilgili tüm hayalkırıklıklarını silmek istedi, elinden tuttu Ona dünyayı, çimeni, ağacı, koşmayı, bisikleti gösterdi. Sevebilirdi herşeyi; bu kırıklıklar yerine yeni arayışlar koyabilirdi.
Çekip başka bir ülkeye gidebilirdi, yeni bir dil öğrenebilirdi.
Şimdi beyninde dönen tüm kelimeleri silebilirdi.
Bu adam,
örgü ören teyzesi, başı açık babannesi, durmadan tüküren komşusu, burnunu silen grip ve oldukça garip babası, temizlik delisi annesi, saçları örgülü kardeşi, yemek pişiren annanesi oluveriyordu. Hepsinin belirli bir sıfatı vardı kendince; onunda olmalıydı. Disiplin denen şey Ona, o küçülmüş özgüvensiz benliğine yeni pencereler açabilirdi...
Öyle bir adamdı ki O;
her gün görebiliyordu onu;
İstediğinde konuşabiliyordu;
her ihtiyaç duyduğunda yanında bitebiliyordu;
Sarıp sarmalıyordu yaralarını,
terk edip gitmiyordu, herkesten farklı olarak.
Beyaz önlüklü adamların yanındayken ortaya çıkmıyordu bir tek; bahçesi geniş, yemyeşil hastanesinde bir tek orada bulamıyordu O; hayatının erkeğini. İlaçlarını yutuyordu hergün; bir yeşil, bir mavi. Kırmızılar geldiğinde silinip gidicek gibi oluyordu silüeti. Başı dönüyor midesi bulanıyordu. İşte ancak O zamanlarda, davullar çalmayı bırakıyor, etraf sessizleşiyor, konuşmalar anlamsızlaşıyordu. Bir tek o zamanlarda erkeği, biriciği pencerenin yansıyan kısmından Ona bakıyor, sevdiğini söylüyordu. Filmlerdeki gibiydi; romantikti. Özeldi. Hiç silinip gitmeyecek gibiydi. Gerçekti; hayatındaki herşeyden daha gerçekti; daha dürüst.
Bahçeye açılan O kapıdan çıkmak istese, durdururlar mıydı bilmiyordu;
ama pencerenin diğer tarafına geçip baktığında; Ayna etkisi yaptı herşey. Orda kendini gördü, Kendini buldu. Ölüme saygı duruşunda, Erkeğinin kendisi olduğunu anlayıverdi. Hastanenin kendi zindanı olduğunu da. Ölüverdi.
Bir kapı kapandığında açılan O pencere kıçına kaçıverdi.
Atladı, Öldü, Gömüldü, Unutuldu.
uykusuzluk o kadar yoğundu ki; 3 gün kesintisiz uyusa, geçmezdi bu özlemi.
Sessiz sakin gürültüsüz bir evde olmak için herşeyini verebilirdi.
Kendi gibi büyümemiş, büyütülmemiş insanlarla olan münasebeti, yoruyordu bünyesini.
Ne özgürdü, ne bencil ne de dürüst.
Kapıları hızla kapamak isterdi,
suratlarına haykırmak isterdi bencilliklerini-öğretilmiş dogmalarına göre bencillerdi-
yüzyılın başlarında bu kadar muhafazakar olması hiç çekilir değildi.
herşey hakkında biraz olsun fikri vardı ve kendi ve kendiyle ilgili sorunlar yerine buları konuşmayı yeğlerdi.
İnternetin zaman yiyen bünyesinden arınmak istedi; arındığında yalnızlaştı.
Sanki insanlarla arasında buzdağları vardı;
önce kendi soğukluğundan sandı bunları; sonra anladı;
Bilgi alma yolları farklılaştıkça, düşünme yolakları farklılaşıyordu.
Onun gibi yerine bunun gibi düşündükçe yalnızlaşıyordu.
hah; yeni keşfine keyifle güldü.
İnekliğine, bilimkurgu sevgisinin tsunami etkisi yapan heyecanına güldü; Ona gülen insanları anlayarak kendine güldü.
İçindeki ağlama isteğine boyun eğmeden, başı dik, kıçı açık güldü.
Uğradığı, kişisel alanına saldırılara, bedenine hakaretlere, yüzündeki sıkıntı çizgilerine güldü.
Ve evet, delirmiş gibi güldü hepsine.
Çünkü anlayamıyordu onları, ama bir şekilde de olayların neden böyle olduğunu; neden böyle hissettiğini eşşek gibi biliyordu.
Kendini suçlamak, boşuna bir arayıştı; insanları suçlamak harcanmış zamandı.
Herşeyi bırakıp gitmek istedi;
kayıpların şehrine, belleklerde bir iz bırakmadan gömülmek istedi kitapların sayfalarına.
Kalbi durmadan kırılırken bir insanın, durduramaz kendini. Ölmek ister devamlı.
İşte o anda içeri giren bir adam;
belleğini ele geçirmek istedi;
kendiyle ilgili tüm hayalkırıklıklarını silmek istedi, elinden tuttu Ona dünyayı, çimeni, ağacı, koşmayı, bisikleti gösterdi. Sevebilirdi herşeyi; bu kırıklıklar yerine yeni arayışlar koyabilirdi.
Çekip başka bir ülkeye gidebilirdi, yeni bir dil öğrenebilirdi.
Şimdi beyninde dönen tüm kelimeleri silebilirdi.
Bu adam,
örgü ören teyzesi, başı açık babannesi, durmadan tüküren komşusu, burnunu silen grip ve oldukça garip babası, temizlik delisi annesi, saçları örgülü kardeşi, yemek pişiren annanesi oluveriyordu. Hepsinin belirli bir sıfatı vardı kendince; onunda olmalıydı. Disiplin denen şey Ona, o küçülmüş özgüvensiz benliğine yeni pencereler açabilirdi...
Öyle bir adamdı ki O;
her gün görebiliyordu onu;
İstediğinde konuşabiliyordu;
her ihtiyaç duyduğunda yanında bitebiliyordu;
Sarıp sarmalıyordu yaralarını,
terk edip gitmiyordu, herkesten farklı olarak.
Beyaz önlüklü adamların yanındayken ortaya çıkmıyordu bir tek; bahçesi geniş, yemyeşil hastanesinde bir tek orada bulamıyordu O; hayatının erkeğini. İlaçlarını yutuyordu hergün; bir yeşil, bir mavi. Kırmızılar geldiğinde silinip gidicek gibi oluyordu silüeti. Başı dönüyor midesi bulanıyordu. İşte ancak O zamanlarda, davullar çalmayı bırakıyor, etraf sessizleşiyor, konuşmalar anlamsızlaşıyordu. Bir tek o zamanlarda erkeği, biriciği pencerenin yansıyan kısmından Ona bakıyor, sevdiğini söylüyordu. Filmlerdeki gibiydi; romantikti. Özeldi. Hiç silinip gitmeyecek gibiydi. Gerçekti; hayatındaki herşeyden daha gerçekti; daha dürüst.
Bahçeye açılan O kapıdan çıkmak istese, durdururlar mıydı bilmiyordu;
ama pencerenin diğer tarafına geçip baktığında; Ayna etkisi yaptı herşey. Orda kendini gördü, Kendini buldu. Ölüme saygı duruşunda, Erkeğinin kendisi olduğunu anlayıverdi. Hastanenin kendi zindanı olduğunu da. Ölüverdi.
Bir kapı kapandığında açılan O pencere kıçına kaçıverdi.
Atladı, Öldü, Gömüldü, Unutuldu.
Cumartesi, Ocak 01, 2011
Everything Is Illuminated.
Bugün belki de yaptığım en iyi şey; oturup bu filmi izlemekti.
Son zamanlarda devamlı olarak 'soy ağacım nasıl acaba?' sorusuyla yaşarken; bu filmin ortaya çıkması, vejeteryanlıkla ilgili devamlı duyduğum 'what's wrong with you?' sorusunun komikliği vs. vs. Hayat bazen hiçte rastlantı olmayan şeyler çıkarıyor karşıma.
Son zaman larda hissettiğim yalnızlaşma isteği bu yılbaşına yalnız girmeme neden oldu, ve gerçek anlamda hiçte ezikçe, zavallıca bir durum olmadı. Bir sürü insanın arasında yalnız kalmak bence çok daha zavallıca bir şey; ya da birilerine kendini beğendirmeye çalışmak. ve evet son zamanlarda 3.şahıs olarak gevezeliklerimi daha rahat izleyebiliyorum; çok fazla şikayet ediyorum her şeyden. kimbilir belki haklıyımdır; bilmiyorum. Ama gereksiz bir gevezelik gibi geliyor artık bana. Eğer gideceksem, yeni bir şeylere başlayacaksam en birilcil görevim, yaşamın beni yormasını engellemek olmalı. İnsanların beni yormasını engeleyeblmeliyim, kendimi yormayı da.
Belki geleneksel yılbaşı kararları gibi görülüyordur, kimbilir belki zamanlamam gene bir rastlantıdır, şu anda mesela cnbc-e de yeni bir dizinin başlaması da bir tesadüf. Ama tesadüfler belirlemiyor mu hayatımızı?
Aslında seçimlerimiz belirliyor hayatı; yılbaşı 'partisine' gidip gitmemek, spor yapmayı seçip seçmemek, sigarayı bıraıp bırakmamak, ingilizce çalışıp çalışmamak... Seçimler sonuç getiriyor, birşeyi gönülden isteyip istememek belirliyor hayatı. Belki seneye Berlin Filarmoni orkestrası yılbaşı konserini canlı canlı izlerim; belki seneye Yeni Zelanda'da, Hindistan'da, Ukrayna'da ya da Neplade arazi yapmaya giderim. Kimbilir? Geçen sene sorsalardı, bu sene İngiltere'ye ya da İtalya'ya gideceğim de aklıma gelmezdi. Sigarayı bırakacağımda, yalnızlığıla barışacağımda. Tek dileğim var; gezmek, görmek, doya doya yaşamak.. Belki üç gibi görünüyor ama aslında hepsi aynı mutluluğu veriyor insana.
Asabiyetim istediğim çok fazla şey olmasından, bir türlü karar veremiyorum aslında neyi istediğime. Birden fazla şey olmak istiyorum. Olabilirim belki, olmalıyım. Ama hepsinde çuvallamakta var sonunda. Ama denemeden bilemem değil mi? Mesela şimdi çıksam, şu aptal spor salonuna yazılsam, haftada en az 3 gün spor yapsam 2 ay sonra hala biraz olsun iyi hissetmiyor olsam kendimi, tökezler miyim??
Yazıldığım piyano kursuna devam etsem, haftada 1 saatte olsa; farklı birşey üzerine çalışsam. belki wii almak için para biriktirmek yerine evime piyano alırım. mutlu biri olurum belki çalışırken. Beethoven çalamam belki hiç, ya da Chopin ama birşeyler tıngırdatırken, yeterli olurdu benim için. Ama yapamamak yapamayacak olmak korkutuyor beni. Oysa kime ne kanıtlıyor olacağım ki? Kendime karşı sorumluyum hayatımda ve belkide artık biraz olsun rahat bırakmalıyım kendimi. Mükemmeliyetçi cadı ölmeli artık; evet belki bu sayede bir şey olabileceğimi düşünüyorum ama kendimi mutsuz etmekten başka işe yaramıyor.
'Black swan'. Sonunda kendimi öldürmek istemiyorum....
Bugün belki de yaptığım en iyi şey; oturup bu filmi izlemekti.
Son zamanlarda devamlı olarak 'soy ağacım nasıl acaba?' sorusuyla yaşarken; bu filmin ortaya çıkması, vejeteryanlıkla ilgili devamlı duyduğum 'what's wrong with you?' sorusunun komikliği vs. vs. Hayat bazen hiçte rastlantı olmayan şeyler çıkarıyor karşıma.
Son zaman larda hissettiğim yalnızlaşma isteği bu yılbaşına yalnız girmeme neden oldu, ve gerçek anlamda hiçte ezikçe, zavallıca bir durum olmadı. Bir sürü insanın arasında yalnız kalmak bence çok daha zavallıca bir şey; ya da birilerine kendini beğendirmeye çalışmak. ve evet son zamanlarda 3.şahıs olarak gevezeliklerimi daha rahat izleyebiliyorum; çok fazla şikayet ediyorum her şeyden. kimbilir belki haklıyımdır; bilmiyorum. Ama gereksiz bir gevezelik gibi geliyor artık bana. Eğer gideceksem, yeni bir şeylere başlayacaksam en birilcil görevim, yaşamın beni yormasını engellemek olmalı. İnsanların beni yormasını engeleyeblmeliyim, kendimi yormayı da.
Belki geleneksel yılbaşı kararları gibi görülüyordur, kimbilir belki zamanlamam gene bir rastlantıdır, şu anda mesela cnbc-e de yeni bir dizinin başlaması da bir tesadüf. Ama tesadüfler belirlemiyor mu hayatımızı?
Aslında seçimlerimiz belirliyor hayatı; yılbaşı 'partisine' gidip gitmemek, spor yapmayı seçip seçmemek, sigarayı bıraıp bırakmamak, ingilizce çalışıp çalışmamak... Seçimler sonuç getiriyor, birşeyi gönülden isteyip istememek belirliyor hayatı. Belki seneye Berlin Filarmoni orkestrası yılbaşı konserini canlı canlı izlerim; belki seneye Yeni Zelanda'da, Hindistan'da, Ukrayna'da ya da Neplade arazi yapmaya giderim. Kimbilir? Geçen sene sorsalardı, bu sene İngiltere'ye ya da İtalya'ya gideceğim de aklıma gelmezdi. Sigarayı bırakacağımda, yalnızlığıla barışacağımda. Tek dileğim var; gezmek, görmek, doya doya yaşamak.. Belki üç gibi görünüyor ama aslında hepsi aynı mutluluğu veriyor insana.
Asabiyetim istediğim çok fazla şey olmasından, bir türlü karar veremiyorum aslında neyi istediğime. Birden fazla şey olmak istiyorum. Olabilirim belki, olmalıyım. Ama hepsinde çuvallamakta var sonunda. Ama denemeden bilemem değil mi? Mesela şimdi çıksam, şu aptal spor salonuna yazılsam, haftada en az 3 gün spor yapsam 2 ay sonra hala biraz olsun iyi hissetmiyor olsam kendimi, tökezler miyim??
Yazıldığım piyano kursuna devam etsem, haftada 1 saatte olsa; farklı birşey üzerine çalışsam. belki wii almak için para biriktirmek yerine evime piyano alırım. mutlu biri olurum belki çalışırken. Beethoven çalamam belki hiç, ya da Chopin ama birşeyler tıngırdatırken, yeterli olurdu benim için. Ama yapamamak yapamayacak olmak korkutuyor beni. Oysa kime ne kanıtlıyor olacağım ki? Kendime karşı sorumluyum hayatımda ve belkide artık biraz olsun rahat bırakmalıyım kendimi. Mükemmeliyetçi cadı ölmeli artık; evet belki bu sayede bir şey olabileceğimi düşünüyorum ama kendimi mutsuz etmekten başka işe yaramıyor.
'Black swan'. Sonunda kendimi öldürmek istemiyorum....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)